Türkiye’nin son günlerdeki en sarsıcı gelişmelerinden biri İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Ekrem İmamoğlu’nun yolsuzluk, rüşvet, irtikap ve kamu kaynaklarını usulsüz kullanmakla suçlanarak tutuklanmasıdır. Üstelik bu suçlamalar sadece iddialardan ibaret değil; belgelerle, tanık ifadeleriyle ve adli süreçlerle desteklenmiş ciddi bir dava söz konusudur. Ancak ne gariptir ki, kamuoyunda bu durumun bir “siyasi operasyon” olduğu algısı oluşturulmuş, binlerce kişi sokaklara dökülerek bir yolsuzluk sanığını savunur hale gelmiştir. Bu durumun sosyolojik, psikolojik ve hatta ahlaki açıdan ciddi bir sorgulamayı hak ettiğini düşünüyoruz.
Toplumların ortak ahlaki değerleri vardır: Hırsızlık, rüşvet ve kamu malına el uzatmak, en ağır suçlardan sayılır. Birey olarak değil, devlet adına sorumluluk taşıyan bir kişinin böyle bir suça bulaşması ise sadece kişisel bir kusur değil, kamusal güvene ihanet anlamına gelir. Ne var ki bugün geldiğimiz noktada, bu suçu işlediği ileri sürülen bir kişinin, sırf siyasi kimliği ya da muhalefetteki konumu nedeniyle “kahraman” gibi gösterilmesi, toplumsal vicdanın ne derece tahrip edildiğini açıkça göstermektedir.
Şu soruyu sormak gerekir: Deliller ortadayken, bir kişi sırf iktidara karşı olduğu için neden desteklenir? Bir hırsızın karşısında değil, arkasında saf tutmak nasıl normalleştirilebilir? Bu, siyaset uğruna ahlaki değerlerin göz ardı edilmesidir. Oysa siyasi düşünce ne olursa olsun, halkın temel refleksi hukuku, adaleti ve kamu malını korumak yönünde olmalıdır. Muhalefetin bunca savcılık iddiaları varken, davalar halen devam ediyorken, mahkeme kararları kesinleşmeden, İmamoğlunun sanki hiçbir suçu yokmuş gibi karşı çıkmaları ve yargıyı töhmet altına almaları kabul edililebilir gibi değil. Muhalefet bu sereçte sağduyulu olmalıdır. Aksi takdirde, suç ve suçluluk normalleşir, toplumun yozlaşması hızlanır.
Bu mesele sadece bir yargı süreci değil; aynı zamanda bir ahlak testidir. Bir kesim, İmamoğlu’nun tutuklanmasını “iktidarın rövanşı” gibi yorumlayarak suçun kendisini değil, sürecin zamanlamasını tartışmaya açıyor. Oysa ne zaman yapıldığı değil, neyin yapıldığı önemlidir. Suç varsa, cezası da olmalıdır. Bu ülkede yolsuzlukla mücadele, taraf gözetmeksizin yürütülmelidir. Ancak bugün görüyoruz ki birçok kişi suça değil, suçlunun kim olduğuna bakarak tavır alıyor.
Bu noktada medya, sivil toplum ve kanaat önderlerine büyük görev düşüyor. Halkı bilgilendirmek, manipülasyona karşı korumak ve hukukun üstünlüğünü savunmak zorundalar. Suçluyu koruyan değil, suçla mücadeleyi öne çıkaran bir bilinç inşa edilmedikçe, hiçbir siyasi ya da ideolojik başarı, bu toplumun ahlaki çöküşünü telafi edemez.
Sonuç olarak; bir siyasetçinin, hele ki bir belediye başkanının, kamu kaynaklarını kendi çıkarına kullanması, sadece adalete değil, halkın güvenine de ihanettir. Bu ihaneti savunmak, suça ortak olmak gibidir. Gerçek demokrasi, suçluyu korumak değil, suça karşı durabilmekle mümkündür. O halde şimdi bir kez daha düşünmeliyiz: Biz neyin tarafındayız — adaletin mi, yoksa ideolojik körlüğün mü ?
Karar sizin!