Bir önceki köşe yazımda, İslam toplumunda
herhangi bir imtiyazlı sınıf veya kastın varlığı kabul edilemez, demiştim.
İslam nizamının hâkim olduğu beldelerde millet fakr u zaruret içinde
kıvranırken, siyasal ve ekonomik gücü elinde bulunduran mutlu bir azınlığın
yönetimi olan aristokratik rejimi peşinen reddediyoruz. Hakeza, devlet
yönetiminde siyasal gücün küçük bir grubun elinde toplandığı oligarşiye de yer
yoktur. Devlet yönetiminde temel karar gerektiren hususlarda yönetimin şuraya
dayalı olması esastır. Yönetim hiyerarşisinin tepesinde Müslüman toplumun
onayıyla iktidara gelmiş halife veya devlet başkanı bulunur. Kur'an ve Sünnet
ilkeleri ışığında hareket eden devlet başkanı, Müslüman toplumun üzerinde
anlaştığı şartlar çerçevesinde umumi velayeti kullanır ve diğer yöneticileri
tayin eder.
İslam'ın Şia ekolünde
"Velayet-i fakih" ilkesi çokça önemsenen bir meseledir. Şia ekolünde
tıpkı ehli sünnette olduğu gibi, fakihin ümmet üzerinde tasarruf yetkisi
vardır. Siyasi anlamda 'fakihin yönetim yetkisini' ifade eden söz konusu
teori/tez, ilk kez rahmetli İmam Humeyni tarafından Irak'ın Necef kentinde
ortaya atılmıştır. Şubat 1979'da İmam Humeyni'nin önderliğinde gerçekleştirilen
İslam İnkılabından sonra Velayet-i fakih ilkesi, zamanla İslam Cumhuriyeti'nin
temel ilkelerinden biri haline gelmiştir. Hatta bu ilke İran Anayasasında dahi
yer bulmuştur. Velayet-i fakih tezi, Şia'nın İsnâaşeriyye mezhebinin
siyaset anlayışında önemli bir dönüşüm ve değişim başlatmıştır. Bu dönüşüm ve
değişime direnen bir kısım mollalar da olmuştur. Ayetullah Ebu'l Kasım Hûi ve
daha sonra onun yerine geçen talebesi Ali Hüseyin Sistani bunlardan
birkaçıdır. İlgili Ayetullahlar, İmam Humeyni'nin teori/tezine mesafeli
durmuş ve ulemanın siyasette bu kadar aktif rol almasını kendilerince uygun
görmemişlerdir. Anayasada İslam Cumhuriyeti'nin lideri (rehber) bir fakihtir
(veli-yi fakih); rehberlik (velayet-i fakih) makamına ümmet adına geniş
yetkiler verilmiş, veli-yi fakihin niteliği, görev ve yetkileri, nasıl
seçileceği ve nasıl görevden alınacağı belirtilmiştir.
Doğrusu, yönetenlerin, yönetilenler
üzerindeki tasarruf yetkisi Allah'ın hükümleri çerçevesindedir. Yönetilenler,
yönetenlerin suç ve günah olan emirlerine itaat etmezler. Yönetilenler buna
zorlanamazlar. İslam'da "Allah'a isyanda kula itaat
edilmez" hükmü vardır. Böylesi bir durumda yönetilenlerin yönetenlere
itaat etmemeleri yetmiyor, ayrıca itaatsizliklerini de göstermeleri gerekir.
Doğruya doğru yanlışa yanlış demek, İslam siyaset anlayışının öngördüğü bir
esastır. İslam Devletinde farklı düşünen birey, grup ve kuruluşlar olabilir.
Yanlışlar ve hatalar eleştirilirken yıkıcı değil, yapıcı olunmalıdır.
Taleplerini dile getirenler yakıp yıkmadan, kırıp dökmeden, halkın can ve mal
güvenliğini tehlikeye düşürmeden dini meşruiyet ölçüleri içerisinde hareket
etmelidir. Hedef ve gaye, hakkın ikame edilmesi ve iyilikte yardımlaşma
olmalıdır.
Halkın, iktidarı şura, seçimler ve sulh
yoluyla değiştirme hakkı vardır. Yönetenlerin yönetilenler üzerinde tekel
kurduğu zümre ve gurupların oluşmasına müsaade edilmez. Yani oligarşik anlayışa
itimat edilmez. İktidarın askeri darbe yoluyla elde edilmesi asla meşru
değildir. Askeri darbelerle gelen yönetimler Müslüman halkların iradesini hiçe
saymış, onlara zorla kendi iktidarlarını ve hedeflerini dayatmışlardır. XX.
Yüzyılın başından bugüne, yap(tır)ılan bütün askeri darbelerde, Müslüman
toplumları baskı altına alıp zorla dönüştürmek ve sekülerleştirmek amacı
güdülmüştür.
ABD'nin yaramaz çocukları İslam
beldelerinde yaptıkları darbelere bir kılıf uydurmak adına, kendilerince
'demokrasiye balans ayarı yaptıkları, dahası, demokrasiyi rayına oturtmak ve
olgunlaştırmak için hükümetleri devirdiklerini söylemiş olmaları,' mızrak
çuvala sığmaz dedirtecek kadar boş bir iddiadan ibaret değil midir? Nitekim
Türkiye'de Erbakan Hoca, Mısır'da da Muhammed Mursi'ye karşı yapılan darbeler
bunun en bariz örneği değil midir? Mısır tarihinde seçimle işbaşına gelmiş tek
meşru Cumhurbaşkanı olan Mursi, Sisi'nin zindanlarında öldürülürken özgür dünya
neredeydi? Cuntacıların tankları binlerce mazlumun bedeni üzerinde geçerken
vahşi batı, İnsan Hakları(!) Örgütleri ve demokrasi havarileri ne halt
işlemekle meşguldüler. Tasması ABD ve Siyonizmin elinde olan bu favori
diktatörlerin ya da siyasi fahişelerin elinde demokrasinin istismar edilip tam
bir tiranlığa dönüştüğü gün dünya başını kuma gömmedi mi?
Tarihte Emevi Hanedanlığının,
günümüzde ise askeri yönetimlerin etnik bir azınlığa veya uluslararası sömürge
nizamına dayalı iktidarların yaptığı şekilde siyasi katılımı engellemek,
iktidarı tekelinde tutmak üzere silahlı güç kullanmak, insanlara işkence ederek
memleketi açık hava hapishanesine çevirmek meşru bir hak
değildir. Yönetenin yetkisini seçim yoluyla yönetilenlerden alması,
yönetimde ve genel siyasette Müslümanların genel yararının ve rızasının
gözetilmesi, yönetici olarak belirlenen kimselerin meşru emirlerine itaat
edilmesi yöneten ve yönetilen ilişkisinin temel özellikleridir.
Yöneticilerin liyakat esasına göre
seçilmesi, yönetilenlerin rızasının alınmasını veya onların yönetime
katılımının sağlanmasını gereksiz kılmaz. Tam aksine yöneticiler liyakatli olsa
bile denetleme, kendi taleplerini yerine getirme, gördükleri yanlışlar ve
eksiklikler hususunda yöneticileri uyarma hakları bulunmaktadır. Hasılı kelam,
yönetilenlerin meşru yoldan yönetime katılmaları, itiraz ve tenkitlerini dile
getirmeleri yolu her zaman açık olmalıdır.