93 Harbi’nde gayrimüslim nüfusun büyük oranda Osmanlı Devleti vatandaşlığından çıkması ve kaybedilen topraklardaki Müslümanların kalan yerlere göç etmesi devletin Müslüman nüfusunu artırmıştı. Yaşanan bu gelişmeler, Müslümanların birleşerek ortak hareket etmesini zorunlu hale getiriyordu.  İslam dünyasının içinde bulunduğu bunalım ve sorunlardan kurtulmasının, yolunun, ‘Müslüman kalınarak çağdaşlaşmadan geçtiğini’ dile getiren Tunuslu Hayrettin Paşa gibi aydınlar, bunu söylerken İslami kaynaklara dayanarak konuşuyorlardı. Bu arada, önce 1871 yılında Cezayir’de Fransa’ya, ardından Sudan’da ve Afganistan’da sömürgeci İngilizlere karşı Müslüman halklar başkaldırmıştı. Paris hükümeti tarafından İslam beldelerindeki sömürge valilere gönderilen 28 Ekim 1897 tarihli bir telgrafta, Osmanlı Devleti’nin İslam Birliği siyasetini güçlendirmek amacıyla bölgeye ajanlar gönderdiği söylenerek, dikkatli olmaları emrediliyordu.

    Sultan 2. Abdulhamid Han 1876 yılında yönetimi devraldıktan sonra yine İslam Birliği’ni savunan bir siyaset yürütmeye başlamış ve İslam dünyasıyla sıkı bir irtibata geçmişti. Dışarıda İslam Birliği siyaseti takip etmenin, Müslümanları hilafet etrafında birleştireceğini düşünüyordu. İslami propaganda yapmaları için Türkistan, Hindistan, İran ve Çin’e kadar adamlar göndermiş, Cava’da siyasi bir temsilci bile tayin etmişti. İmparatorluğun çökmesini engellemek için halklar arasında İslam Birliğini güçlendirmenin yollarını arıyordu. Abdulhamid Han’ın bu projesi edebiyat erbabından Ziya Paşa ve Abdulhak Hâmid Tarhan ve niceleri tarafından da destek görmüştü. Ziya Paşa, o gün ki İslam dünyasının hal i pür melal’ini şu dizlerle resmediyordu:

“Diyar-ı küfrü gezdim beldeler kâşaneler gördüm

Dolaştım mülk-i İslam’ı bütün viraneler gördüm.”

   Bu arada Ernest Renan isimli Filozof ve tarihçi, 1883 yılında yani İngilizlerin Mısır’ı işgalinden bir yıl sonra, Sorbonne Üniversitesi’nde verdiği konferansta, Müslümanlara yapılacak en büyük iyiliğin onları dinden kurtarmak olacağını, ancak bu şekilde ilerleyebileceklerini söylemişti. Renan’a göre İslam terakkiye (ilerleme, yeniliğe) maniydi ve Müslümanlar cahil kalmaya mahkûmdular. Konferansın, Mısır’ın işgalinden kısa süre sonra gerçekleşmesi oldukça manidardı ve adeta işgali meşrulaştıran sözlerdi bunlar.

   Ernest’in sözlerine karşılık, Cemaleddin Afgani, Ali Ferruh, Emir Ali, Reşid Rıza gibi önemli Müslüman düşünürler tarafından pek çok reddiye yayınlandı. Reddiyeleri yazanlar İslam Dünyası’nın muhtelif coğrafyalarından seslenmişti Renan’a. İstanbul’dan, Hindistan Bombay’dan, Mısır Kahire’den ve Azerbaycan Bakü’den art arda reddiyeler yayınlanıyordu… İnançlarına yapılan bu saldırı karşısında tek yürek olan Müslüman düşünürler, Renan’ın iddia ettiği gibi, İslam’dan uzaklaşarak değil aksine İslam’a yaklaşarak, İslam’ı diri ve güzel yaşayarak istenilen terakkiyenin mümkün olacağını söylemişlerdi.

   İşte İzzeddin el Kassam böylesine zorlu bir dönemin ve çetin bir sürecin ardından gelmişti Ezher Medresesi’ne. Müslümanların birliğini savunan sömürgecilik karşıtı bir ruh, yeni bir nesil doğmuştu artık. İzzeddin, Ezher’e geldiğinde Mısır’daki İngiliz işgali 14 seneyi bulmuştu. İlk dönemlerde Fransızlara karşı mücadele eden Ezher Şeyhleri, bu kez İngilizlerin işgaline karşı mücadelenin orta yerindeydiler. Bir asırdır süregelen direniş geleneğinin, İzzeddin’in kişilik ve mücadele ruhu üzerinde de büyük etkisi olacaktı. Onun, baba evinde aldığı eğitime Ezher’de gördüğü ilim dersleri de eklendiğinde, güçlü bir birikime sahip olmuştu.

   İzzeddin, Muhammed Abduh gibi bilge bir düşünürden faydalanmış, M. Reşit Rıza gibileriyle de dostluk kurmuştu. Etkilendiği ulema bir yandan İngiliz sömürgeciliğiyle mücadele ederken, bir yandan da Müslümanları bilinçlendirmek için çalışıyorlardı. Güya, İslam dünyasında kötü gidişatın müsebbibi olarak İslam Kültür ve Medeniyeti gösteriliyordu. Aksine özden uzaklaşılıp kurtuluş İslam dışı ideoloji ve izmlerde arandığı için bu kötü duruma düşülmüştü. Hülasa, bilen için, kurtuluş yine İslam’ın kendisindeydi.