Abdulkadir Turan Hoca, “Kürt Aklını Anlamak” başlıklı seri
yazılar yazdı. Geçmişlerinden geleceklerine doğru bir hat çizerek, Kürtleri
nasıl anlamamız gerektiği hususunda uzun uzun değerlendirmeler yaptı. Konu ile ilgili
daha önce ben de yazılar yazmıştım. Belki tekrar olacak ama yeri gelmişken
görüşlerimi ifade etmek isterim.
Bilindiği üzere
Kürtler kadim bir toplulukturlar. Hâlihazırda daha çok Türkiye, Irak, Suriye ve
İran’da yaşayan Kürtler, medeniyetler oluşturmuş veya oluşan medeniyetlerin bir
parçası olmuşlardır.
Eski çağlar
dediğimiz zaman dilimlerinde, Kürtlerden müteşekkil devletlerin kurulduğu
tarihi kayıtlarda mevcuttur. Urartular veya Medler gibi. Belirli bir süre sonra
İran ve Roma devletlerinin hâkimiyet sahasında kaldıklarından dolayı, tarih
sahnesinden çekilmeseler dahi etkinlikleri azalmıştır.
Kur’an’ın Rum Suresine konu olan bu savaşlarda üstünlük bazen İran’ın bazen de
Roma’nın olmuştur. Fakat iki devlet arasında bir tampon bölgede yer alan
Kürtler, her daim ezilmişlerdir.
Abdulkadir Turan
Hoca, söz konusu yazılarında Kürtlerin huzur içerisinde yaşamak istediklerini,
müesses nizama genellikle itaat ettiklerini belirtiyor. Bu özelliklerinden
olacak ki Roma ve İran arasında gidip gelmişlerdir.
Bu anlamda bu iki
devletin baskısını iliklerine kadar hissetmiş ve kanaatimce bir nebze
sindiklerinden, Turan Hoca’nın bahsettiği o huzuru arar duruma gelmişlerdir. Ta
ki İslam orduları ile tanışana kadar. İyad bin Ğanem komutasındaki İslam
orduları bölgeye geldiklerinde, bölge halkı ile yaptıkları Ruha (Urfa)
anlaşması gereği, fetih hemen hemen kansız gerçekleşti.
İslam ile et ve
tırnak gibi olan Kürtler, teslimiyet hususunda muazzam bir örneklik teşkil
ettiler. İslami devirlerde Şeddadîler, Mervanîler ile tekrar devletleşme
safhasına geçip, Eyyubîler vesilesi ile İslam ümmetine önderlik makamına kadar
yükseldiler. Haçlılar tarafından işgal edilen Kudüs’ü ikinci kez fethederek,
İslam tarihinde mümtaz bir yer edindiler.
Hem yeni din onların yapılarına çok uygundu. Kürtler ismen tanınıyorlardı.
Medreselerde kendi dillerinde eğitim öğretim yapıyorlardı. Bu sayede İslami
Kürt kültürü ince bir kavrayış ile eserler veriyordu. Melayê Cizîrî gibi
edebiyatın köşe taşları yetişiyor, Ebu’l-İzz el-Cezerî daha o yıllarda
robotvari düzenekler yapıyordu. Aralarında yetiştirdikleri âlimler vesilesi ile
fıkıhta ümmete yol gösteriyorlardı.
Osmanlının yıkılışının ardından kurulan Cumhuriyet yönünü Batı’ya çevirince,
Kürtler yeni durumu Şeyh Said ile kabullenmeyeceklerini bildiriyorlardı.
Kürtlerin geçmişlerini bilenler onların güç-itaat dengesini de biliyorlardı. Bu
yüzden buldozer gibi Kürtlerin üzerinden geçerek tarihte ender rastlanan kıyımlar
gerçekleştirdiler.
Bunca zulmün sonucu doğan PKK, aynı yönteme başvurarak şiddet ile Kürtleri
itaate almak istedi. Bundan dolayı köy cezalandırma yöntemlerine başvurarak;
kadın, kız, çoluk çocuk, yaşlı, genç binlerce Kürdü katlettiler. Çünkü Kürtlere
hâkim olmanın yolu şiddetten geçiyordu. Bu tespite göre; Türkiye’de rejimin
Kürtler arasındaki hâkimiyeti şiddet temelli olduğundan, aynı yönteme müracaat
etmek gerekiyordu.
Kısacası; “Kürtler güç, kuvvet sahibi olanlardan yana tavır
koyuyorlar” denilerek, Kürt kanını akıtmanın gerekçesini ortaya koyuyorlardı.
Ne kadar kan o kadar hâkimiyet şeklindeki tespite dayanan bu görüş, 1984’ten bu
yana katledilen bütün Kürtlerin kanının uğruna heba edildiği görüştür.
Kısacası bugüne kadar Kürtlere hâkim olanlar onların kanını
döktü. Bunun bir istisnası İyad bir Ğanem ve bölgenin fethini gerçekleştiren
İslam ordularıdır. Kanaatimce Kürtler hala o büyük komutanın varislerini
aramakta ve beklemektedirler.