Bu son Gazze Katliamından
sonra ele alınması gereken, üzerinde durulması elzem olan konuların başında
İslam dünyasının birliği gelmektedir. Zira bu olay vesilesiyle Müslüman halklar
ve onları temsil eden devletler arasındaki ilişkilerin ne kadar sorunlu olduğu,
bu devletlerin yönetimlerinin ne derece duyarsız kaldıkları bir daha açıkça
ortaya çıktı.
İttihad-ı
İslâm, Müslümanların öncelikle Kur’an ve Sünnet hükümlerine uygun bir ahlâka
kavuşmalarını, ardından ticari, kültürel, siyasi ve hukuki yapılarını
güçlendirerek birlik ve beraberlik içerisinde yaşamalarını ifade eden geniş
kapsamlı bir terimdir. İttihad-ı İslam, siyasi bir kavram olarak kullanılmaya
başlanmadan önce de Müslümanlarca biliniyor ve ihtiva ettiği anlamdan ibadet
olarak görülüyordu.
Müslümanların
bireysel planda birbirlerine karşı kardeşlik hukukunu uygulamaları ibadet
kapsamında olduğu gibi -siyasi yönü ağır basmakla beraber- Müslüman ülkelerin
kendi aralarında askeri, siyasi, ekonomik birlikler oluşturma alanındaki
faaliyetleri de ibadet kapsamında değerlendirmek daha doğrudur. Hatta bu
sonuncusu daha önemlidir. Zira birlik ve beraberlik, toplumun maddi ve manevi
tüm değerleri için koruma sağlayan zaruri bir şeydir. Şerefli bir hayat yaşamanın
yolu güçlü olmaktan, güçlü olmanın yolu da birlik olmaktan geçer.
İlk Müslümanlar,
Arap cahiliyesinin ayrımcı, ayrıştırıcı etkisini kırmak, değişik ırk, dil ve
renklerin Allah’ın ayetleri olduğu hakikatini yaşamak ve anlatmak uğruna birçok
sıkıntılarla karşılaştılar. Mekkelilerin İslam’a karşı durmalarının önemli bir
sebebi de kendilerini farklı görme düşünceleriydi. Onlar, Araplar ile diğer
kavimleri bir ve kardeş gören ilahi emri kabullenemiyorlardı. Köle ile efendiyi
aynı gören Kur’an’ı dinlemek istemiyor, onun sesini boğmaya çalışıyorlardı.
Çünkü bu ses, onların sınıf ve ayrımcılık esasları üzerine kurulu din ve
düzenlerini tehdit ediyor, onun meşru olmadığını ilan ediyordu.
Hz. Rasulullah
(sallallahu aleyhi vesellem) bütün zorluklara rağmen merhamet, adalet ve
kardeşlik ilkelerini insanlar arasında hâkim kılmak için çaba gösterdi, bu
uğurda sabır ve tahammül sınırlarını aşan bir duruş sergiledi. Sonunda
kendisine iman etmiş sahabeleri arasında dillere destan bir sevgi, yardımlaşma
ve kardeşlik tesis etmeye muvaffak oldu.
Kaderin talihsiz
bir cilvesidir ki, Rasulullah (sallallahu aleyhi vesellem) efendimizin dar-ı
bekaya irtihalinden sonra sahabeler arasında çıkan bazı ihtilaflar istenmeyen
acı olaylarla sonuçlandı ve Müslümanlar arasındaki uhuvvet ve ittihat zarar
gördü. Büyük çaba ve emeklerle kurulmuş birlikleri yara aldı.
Sahabe
arasındaki olaylarda, tarihin gösterdiği malum siyasi sebeplerle beraber, Arap
kavmiyetçiliğinin de rol aldığını söylemek yanlış olmayacaktır. Milliyetçilik
esaslarını referans alan Emevi Hanedanının uyguladığı ayrımcı siyaset, ümmetin
arasında kan dökülmesine ve günümüze kadar unutulmayan acı olayların meydana
gelmesine sebep olmuştur.
Şu konuya
özellikle değinmek gerek. Kudüs ve Filistin meselesi bütün ümmeti ilgilendiren
bir mahiyete ve kimliğe sahipken; israil, laik Arapların yardımıyla bunu
değiştirdi. Uzun süre “Kudüs Arap’tır, Araplarındır” “Ey Araplar hani
neredesiniz” vb. milliyetçi sloganlarla İlâhi bir dava niteliği taşıyan Kudüs
konusunu bir ırkın, coğrafyanın, sadece israil ile Arapların bir sorunuymuş
gibi algılayıp ortaya koymak, bu davaya yapılan en büyük hakaret ve ihanet
oldu. Bu durum tabii ki en önce israil’in işine geldi.
İttihad-ı İslam bu ümmetin tek kurtuluş yoludur. Her Müslümanın bu amaç için yapabilecekleri vardır. En azından kardeşliği zedeleyecek söz ve davranışlardan uzaklaşmak bile bu hedefe doğru ilerlemede kaydedilmiş önemli bir adım olacaktır. Şunu hiç unutmamak lazımdır ki, ittihat varsa Müslümanlar da var, yoksa -bugün olduğu gibi- Müslümanlar da yok hesap edilecektir. Asla umut kesmemek, bunun er-geç gerçekleşeceğine iman etmek ve bunun gecikmeden gerçekleşmesi için dua etmek gerekir.