Bu hafta siz değerli okuyuculara, okuyup beğendiğim ve çevirisini yaptığım bazı hikmetli şeylerden takdim edeyim dedim. Umarım hoşunuza gider ve faydalı olur inşallah.
“Kimileri seni takva ehli biri olarak görebilir.
Kimisi de seni günahkar bir asinin teki olarak görebilir.
Diğer bazısı da seni şöyle veya böyle görebilir.
Fakat gerçek şu ki, sen kendini daha iyi bilirsin
Senden başkasının bilmediği o tek sır; Rabbinle olan ilişkindir.
Övgüler yağdırıp duranların o övgüleri seni gururlandırmasın. Bir damla suda boğmak isteyen iftiracıların düşmanlığı da sana zarar vermesin.
Çünkü Kur’ani hakikat şunu der: “Daha doğrusu kişi kendini herkesten daha iyi bilir.” (Kıyame,14)
Allah'a isyan ile O’na itaat etme arasında gidip gelmenin tehlikesi şudur ki; hangi haldeyken ruhunun alınıp hayatına son verileceğini bilemezsin.
Allah'a itaati ihlasla, içten ve severek yap. Bir görevden kurtulma edasıyla değil…
Allah'a daha da yaklaşmak için nafile ibadetleri yapmaya çalış.
Nafileleri sevap kazanmak için değil, Allah’a yakınlaşmak amacıyla yap.
Zira yaptığın ibadetlere senin ihtiyacın var. Allah Teala’nın hiçbir şeye ve kimsenin ibadetine ihtiyacı olmaz.
İnsanların sevgisini kazanmak gibi bir derdin olmasın. Çünkü insanların kalbi sabit değil, değişkendir. Bugün seni sevebilir ama yarın nefret eder.
Tek derdin, her şeyin ve insanların da rabbi olan Allah’ın sevgisini nasıl elde edeceğin olsun.
Çünkü O seni sevince insanların kalplerini de seni sever hale getirir.
Haram bir iş, insanların hepsi onu yapsa bile haram olarak kalır.
Çevreye uyup ilkelerinden taviz verme”.
Hz. Pir de bu anlamda şöyle demiş:
‘Be adam kendine bak, aleme kapılma; filan şöyle diyor, feşman böyle diyor deyip durma.
Filan sana gavur demiş, feşman sana din eri; vazgeç bunlardan, gözünü aç, bundan böyle halkın gözüyle bakma, yürüme.
“Koyunun kurttan kaçışına şaşılmaz; şaşılacak şey, bu koyunun kurda gönül vermesidir.'
Ey akıllı, bu dünya bir kurttur, ondan uzak dur ki selamete eresin” (Divan-ı Kebir)
Anlamlı bir kıssa:
“Bir kadın meclisin birine uğradı ve içinizden kim hocadır diye sordu. Meclistekiler oturanlardan birine işaret ederek “işte hocamız o” dediler.
Kadın hocaya sordu: “Nasıl yemek yersin?”
Hoca: “Besmele çekerim. Sağ elimi kullanarak ve önümden yerim. Lokmalarımı küçük yapar ve iyi çiğnerim” şeklinde cevap verdi.
Bayan tekrar sordu: “Peki nasıl uyursun?”
Hoca: “Abdest alır ve sağ tarafım üzerine uzanarak yatağa girer, bazı dua ve zikirler de okurum.”
Bayan: “Sen yemeyi de uyumayı da bilmiyorsun.”
Meclistekilerin hepsi şaşkınlıkla o bayana baktılar.
Sonra hoca o bayana: “Peki yemek ve uyumak nasıl olurmuş söyle bize.”
Bayan: “Öncelikle ağzına haram lokma almayacaksın. Nasıl yediğin pek önemli değil.
Sonra yatarken kalbinde kimseye karşı bir kin olmasın. Ne şekil yattığının pek bir önemi yok.
Sayın hocam, senin dediklerin işin şekli, adabı. Benim dediklerim ise işin özü ve ruhudur. İnsanların çoğu işin şekline yapışıp durur da özü ve cevheri unutur, terk eder.
Hocam işin cevheri nedir bilir misin?
Bakın cahiliye dönemi yaşayan Araplar Hz. Peygamber Efendimizin elbisesine, yeme ve içmesine değil, üstün ve güzel ahlakına, edebine ve insanlarla olan o hoş iletişimine hayran kaldılar. İşte Rasulullah (sav) efendimizdeki bu güzellikler, o cahiliye içinde deve gütmekten başka bir şey bilmeyen insanlardan ülkeleri ve milletleri sevk ve idare eden insanlar ortaya çıkardı.”