Müslümanların başarı ve zaferini geciktiren sebepler üzerinde iyi düşünmek gerekir. Ne yazık ki çoğu konuda olduğu gibi bu konuda da çok az düşünüyoruz. Hatta bazen “madem ki Müslümanız muhakkak galip olmalıyız” diye düşünüyor ve sanki, “Ey Allah’ım, hadi Müslüman olduk neden bizi galip kılmıyorsun?” tavırlarında olabiliyoruz. Yağmur yağınca şemsiyesini alan gayrı müslim ile almayan Müslüman’ın hangisi ıslanacak peki? Elbette şemsiyesini almayan ıslanacak, belki de üşütüp ölümüne sebep olacak. Peki, böylesi bir durumda suçlu olan kim?

   Çoğu zaman başımıza gelen musibet ve belaların nedenlerini hep dışarıda arıyoruz. Bu nedenlerin çoğunun bizden kaynaklandığını nerdeyse hiç düşünmüyoruz. Uhud savaşı sonrasında bazı Müslümanlar, bu yenilgi de nereden geldi, neden galip olmadık diye düşünürlerken ilâhi uyarı şöyle dedi: “Düşmanınıza iki mislini verdirdiğiniz kayıp kendi başınıza gelince “Bu nereden başımıza geldi?” mi diyorsunuz? De ki: “O, kendinizdendir.” Doğrusu Allah her şeye kadirdir.”  (Al-i İmran, 165)

Diğer yandan Kur’an-ı Kerim bize her arzuladığımız şeyin hayır olamayacağını, bilakis istemediğimiz zorluk ve belaların sonuç itibariyle hayır olabileceğini tembihler.

“Olur ki, bir şey sizin için hayırlı iken, siz onu hoş görmezsiniz. Yine olur ki, bir şey sizin için kötü iken, siz onu seversiniz. Allah bilir, siz bilmezsiniz.”(Bakara, 216)

Kimi defa gaybî bir elin hemen ulaşıp durumumuzu düzeltmesini arzular, bunun tahakkuku için dua edip dururuz. Lakin sonucun neler getirip götüreceğini en iyi bilen Yüce Mevla talebimize icabet etmez. Ve zaten bu onun kevnî yasalarına da aykırıdır.

   Bela ve musibetler insana mücadele etmeyi ve Allah’a yaklaşmayı öğretir ve sonuç olarak hayırlara vesile olur. Olaylara hikmet nazarıyla bakınca durumun arzuladığımız gibi olmaması gerekebileceğini anlarız. Hz. Pir, bu hakikati güzel bir temsil ile izah eder: “Nohut, tenceredeki suyun fokurdamasıyla yukarı doğru çıkar ama aşçı; ey nohut, belalara düş, kayna, piş ki olgunlaşasın, tadın artsın” der. İşin akıbetini bilmek akıl ve hikmet işidir. “Akıllı kişiye sonda görülecek şey önceden görünür, gönlüne doğar; bilgisi az kişiye ise sonunda!”

   Bugün İslam ümmetinin düştüğü bu elim halin nedenleri üzerinde düşünmek ve bu nedenlerin ortadan kalkmasına yoğunlaşmak gerekir. Bizleri perişan hallere sokan sebeplerin nasıl karşılanması ve nasıl izale edileceğiyle ilgili birkaç hususa değinmeye çalışalım.

   Her şeyden önce zafer ve başarının gecikmesinin bilebildiğimiz maddi nedenleri olabileceği gibi bunun sadece Allah Teala tarafından bilinebilecek manevi, gaybî sebeplerinin de olabileceğini unutmadan, mücadeleye devam etmek gerekir.

   İkinci bir husus: Şayet zafer ve kurtuluş gecikiyorsa bu bizim henüz bu zaferi taşımak ve devam ettirmek konusunda yeterince olgunlaşmadığımız anlamına gelir. Yani kaynayan sudaki nohut henüz olgunlaşmamıştır. Zafer kazanmaktan daha önemlisi onu koruyabilecek maddi ve manevi güce ulaşmaktır. Bu ise sebatla mücadeleye devam ile elde edilebilecek bir şeydir.

Bazen zaferin gecikmesi Müslümanların Allah yolunda hemen her şeylerini tereddüt etmeden feda etmeleri gibi önemli bir kazancı beraberinde getirir. Bugün Gazze’deki kardeşlerimize bakınca bu husus daha iyi anlaşılıyor. İnsanın Allah’a ve emirlerine sarılmaya en yakın olduğu an sıkıntılı anlardır.

Bazen de Müslümanların amacı safi değildir. Mücadele Allah için değil, ganimet ve diğer maddi kazanımlar içindir.

 

Hz. Pir, Allah’tan zafer dileme usulünü de çok güzel özetlemiş:

“Kapı açılır. Sen yeter ki vurmayı bil. Ne zaman? Onu bilemem. Yeter ki o kapıda durmayı bil.”