Bugünkü köşe yazımı bir öyküyle sürdürmek
istiyorum. Öykü şöyledir: Bir zamanlar servetiyle meşhur bir hükümdar yaşardı.
Hazinesinde saymakla bitmeyecek kadar ziynet eşyası ve değerli taşlar vardı. Bu
hükümdar bir gün gemisine binip birçok ülkeyi gezmeye karar verdi. Denize
açılalı birkaç gün olmuştu ki korkunç bir fırtına gemiyi içine aldı ve onu bir
ceviz kabuğu gibi sallamaya başladı. Kükreyen rüzgâr, geminin üzerinde şaklayan
dalgalar, bardaktan boşanır gibi yağan yağmur birleşince, herkes geminin
batabileceğinden korkuyordu. O esnada, hükümdar güverteye çıkıp yüksek sesle
dua etmeye başladı: "Allah'ım! Bizi bu halden kurtarırsan gördüğüm ilk
şeyi tartıp onun ağırlığınca altını fakirlere sadaka vereceğim." dedi.
Dualara icabet eden Âlemlerin Rabbinin
dilemesiyle fırtına diniverdi. Dönüş yolculuğunda hiçbir fırtınayla
karşılaşmadılar ve bir iki gün içinde ülkelerinin sahiline ulaşmışlardı bile.
İnsanoğlu rabbine verdiği ahde sadık durmalıdır. Nitekim hükümdar da fırtına
sırasında Allah(cc.)'a verdiği sözü unutmamıştı. Karaya adım atan ilk kişi o
oldu. Kendilerini ülkelerine sağ salim ulaştırdığı için Allah'a hamdü senada
bulunduktan sonra sahilde kum tanelerinden daha ağır bir şey aramaya başladı.
Derken, ayağı kumların içinde sert bir şeye çarptı. Kumları eşeleyince bu şeyin
yuvarlak, çukur şeklinde, çanağa benzeyen bir nesne olduğunu gördü.
Bu şey pek ağır değildi, ama yine de ilk
onu görmüştü. Hükümdar bu şeyi sarayına taşıdı ve hemen bir teraziyle bir kese
altın getirilmesini ferman buyurdu. Getirilen altın kesesinin çanağa benzeyen
bu şeyden çok daha ağır olduğu kesindi. Çanağa benzeyen nesneyi terazinin bir
kefesine, altın kesesini de diğerine koydu. Hükümdar, ilk başta ağırlıkları
eşitlemek için keseden bir miktar altın almak gerekeceğini bile düşünüyordu.
Fakat onun düşündüğünün tam tersi oldu. Çanağın bulunduğu kefe yukarıdaydı. Çok
şaşırmıştı. Bu şeyi teraziden alıp bir elinde tuttu, diğer eline de altın
kesesini aldı. Kese çok daha ağır geliyordu. Ama terazide o nesne nedense daha
ağır görünüyordu. Hükümdar daha fazla altın kesesi getirilmesini emretti.
Getirilen keseler teker teker altın kefesine konuldu, sonunda kefede yer
kalmadı. O şey hâlâ ağır geliyordu.
Hükümdar hırslı biri değildi. Ne kadar
altın gerekirse gereksin verdiği sözü tutmak istiyordu. Daha büyük terazilerin
getirilmesini emretti. Ama sonuç yine aynıydı. Ne kadar altın konulursa
konulsun, çanağa benzeyen şey daha ağır geliyordu. Hayal kırıklığına uğrayan
hükümdar, bilge adamlarına danıştıysa da kimse bu olayın esrarın, sırrını
çözemedi. Topluluktan birisi, insanlardan uzakta münzevi bir hayat yaşayan ve
derin bir ilme sahip, bilgili bir adamdan bahsetti. Sorularına cevap bulmaya
kararlı olan hükümdar, bizzat atına binerek münzevi adamın kaldığı dağlara yol
aldı. Yanına o çok ağır şeyi de aldı. Uzun süre aradıktan sonra münzeviyi
buldu. Adam o sırada huşuyla ibadet ediyordu.
Hükümdar bir köşede usulca ve saygıyla
bekledi, münzevinin ibadeti bitince, ona olan biteni anlattı. Adam nesneyi
inceledi ve şöyle dedi: "Yüz kemikleri kırılmış bir insan kafatası
bu." Peki, sihirli mi bu kafatası? diye sordu hükümdar. "Neden bunca
altından daha ağır geliyor bu kafatası?"
"Sihirli değil" diye cevapladı
münzevi adam. "İnsanın kafasında o kadar çok hırs vardır ki, dünyanın bütün
altınları bir araya gelse onu yine doyurmaz" dedi.
"Peki, ben sözümü nasıl tutabilirim?
diye sordu hükümdar. Bilge münzevi "Hırs, toprağa gömülmeden insanın
kafatasını terk etmez. O zaman kafatası boşalır. Bunun için onu sarayınıza
biraz toprakla birlikte götürün. Kafatasını teraziye koyun ve biraz toprakla
sağını-solunu örtün. Ondan sonra da altınları öbür kefeye koyun." dedi.
Nitekim hükümdar bilgelik göğünün güneşi
değerindeki münzeviye teşekkür etti ve onun için bir mabed yapmak istediğini
söyledi. Bilge adam, dört bir yandaki dağları ve üzerlerindeki gökyüzünü
göstererek şöyle dedi: "Benim mabedim işte burası, bundan daha muhteşemini
yapabilir misiniz? Hükümdar tevazu ile "Hayır!" cevabını verdi. Bilge
adama tekrar teşekkür ederek sarayına döndü. Bilge adamın kendisine anlattığı
gibi yaptı ve bu defa sadece birkaç altın bu şeyin ağırlığına ulaşmaya yetti de
arttı bile.
Hülasa, insandaki istek ve eğilimlerin
yerine göre tutkuya dönüşmesi mümkündür. Makam, para ve mal hırsı gibi
tutkulardan hali olmayan bir kafa boş kafadır ve mizanda da hafif kalır
vesselam!