Afrika ülkelerindeki
darbelerden en fazla rahatsız olan ülke Fransa’dır.
Bunca yıldır devam eden
sömürge politikasının artık sömürülen ülke halklarını olduğu kadar bazı
ülkelerin askerlerini de rahatsız ettiği gerçeği ile yüzleşiyor Fransa.
Her darbeden değil; ama
“Kontrolsüz darbelerden” Amerika da rahatsızdır. Fakat o genellikle tepkisini
zamana yaymakta, farklı etkenleri devreye sokarak “sonuçta” kazançlı çıkmayı
hedeflemektedir.
Mesela Mısır darbecisi
Sisi’den, Libya’da Hafter’den, Sudan’daki darbecilerden rahatsız değildir
Amerika. Hatta bırakın rahatsız olmayı, mezkur isimlere her türlü desteği
verdiği de bilinmektedir.
Aslında Amerika’nın darbe
konusundaki sicili oldukça kirlidir. Özellikle Orta ve Güney Amerika’da çok
sayıda askeri darbede Amerikan istihbaratının parmağı olduğu belgelenmiştir.
Hatta Brezilya’da bir “yargı
darbesi” ile rakiplerini saf dışı bırakıp iktidara gelen Bolsonaro, geçen
seneki seçimleri kaybettiğinde uzun süre askerden müdahale etmesini bekledi;
ama asker harekete geçmeyince çareyi Amerika’ya kaçmakta buldu.
Türkiye’deki darbelerin ve
darbe teşebbüslerinin de neredeyse tümünde Amerika vardır.
Bir yıldönümünde 12 Eylül
darbesinden söz etmeden önce böyle bir giriş yapalım dedik.
Evet, 12 Eylüle doğru
gidilirken Türkiye’nin kördüğüme dönüşmüş sorunları vardı ve ne siyaset ne de
güvenlik ve yargı bürokrasisi bu sorunların çözümünde adım atmıyordu.
Cumhurbaşkanının seçilemeyişi
siyaset kurumu açısından bir problemdi; ama sistemi bu şekilde içinden çıkılmaz
hale getiren de darbecilerin hazırlattığı Anayasa idi.
Sorunların çözümü konusunda
adım atmayan Silahlı Kuvvetlerin ise çok sonraları farklı bir ajandalarının
olduğu, bir takvime göre hareket ettikleri ortaya çıkacaktı.
Sağ ve sol ideolojik gruplar arasındaki
silahlı çatışmalara yönelik engelleme yapılmaması darbenin başındaki isim olan
Kenan Evren tarafından şöyle açıklanacaktı: “Darbe için zemin oluşması ve
şartların olgunlaşmasını bekledik.”
Darbeden 4 ay önce Amerikan
ordusuna ait bir dergide “darbenin kaçınılmaz hale geldiği” belirtilmişti.
Aslında darbeden ve takviminden de haberdar oldukları sonradan ortaya
çıkacaktı.
Gazeteci Mehmet Ali Birand
“12 Eylül” isimli kitabında şöyle bir bilgi paylaştı:
“12 Eylül akşamı ABD Başkanı
Carter, Washington'daki Kennedy Center'de "Damdaki Kemancı"
müzikalini seyrediyordu. Oyunun yarısında, locanın hemen dışındaki telefonu
sinyal verdi. Beyaz Saray santrali, Dışişleri Bakanı Muskie'in Başkan ile
görüşmek istediğini söyledi ve bağlantıyı kurdu:
-Mr. President, Türk
Ordusu'nun komuta heyeti Ankara'da yönetime el koydu. Herhangi bir kaygıya
gerek yok. Kimlerin müdahale etmesi gerekiyorsa, onlar müdahale etti.”
Aslında 15 Temmuz Amerikan
darbe teşebbüsüne kadar Türkiye’deki siyasi ortam da darbelere zemin hazırlıyordu.
28 Şubat “postmodern darbesi”
kimi siyasilere karşı yapıldı; ama kimi siyasiler sonuçtan siyasi rant elde
ettiler ve hiç hak etmedikleri halde iktidar koltuğuna oturdular.
27 Nisan e-muhtırası
karşısında muhalif siyasi partilerin ve muhalif medyanın “Askerin siyasete
müdahil” olmasını nasıl alkışladıklarını da unutmadık.
Şunun dikkatlerden kaçmaması
lazım.
15 Temmuz’da ülkede bir darbe
teşebbüsü yaşanırken, sivil insanlar uçaklarla bombalanırken, CHP genel
başkanının tankların arasından geçip darbeyi “kahve içerek” izlemesi “kişisel”
bir davranış değil aksine kurumsal bir tavırdır.
Birand’ın kitabında İsmet
İnönü’ye ait ve 1970’te söylendiği belirtilen şöyle bir açıklama vardır:
"Türkiye zaman zaman
restorasyon (onarım) dönemlerine girer. O dönemlere girildi mi ordu müdahale
eder, bir süre kalır ve ayrılır. Bir süre geçer ve biz politikacılar işleri
yine bozarız, yine ordu müdahale eder. Bu böyle gidecektir ve bu onarım
dönemleri de gitgide sıklaşacaktır."
İsmet İnönü, CHP’nin genel
başkanlarından biriydi.
Ecevit, 28 Şubat sürecinde iktidara geldi. Baykal’ın 27 Nisan’dan, Kılıçdaroğlu’nun 15 Temmuz’dan öyle bir beklentilerinin olmadığını kim söyleyebilir?