Bu hafta sonu Diyarbakır’da bir çalıştay vardı.

HÜDA PAR’ın düzenlediği bir çalıştay…

Çalıştay’a ben de katılımcı olarak katıldım.

Çalıştay, öncesi, esnası ve sonrası ile takdirleri toplayacak bir çalıştaydı.

Kürt, Zaza, Çerkes, Abaza, Laz ve Gürcü…

Elhasıl bu coğrafyada Kemalist, Batı, Jakoben ve Laik akıl, hegemonya ve gücün dil ve kimlik yönüyle arka planda bıraktığı, ötekileştirdiği, asimile ettiği halkların ‘İslami, insani ve eşit kardeşlik’ noktasında çözümlere ihtiyaç duyduğu tespit, telkin ve tavsiyelerin öne çıktığı, çıkarıldığı bir çalıştay…

Birileri bu sorun ve meseleyi getirip dil, din ve kimlik olarak mağdur edilen topluluk ve yapılar üzerinden bir isimlendirme yapmış olabilir ve galat-ı meşhur cinsinden bu tanımlama başkası tarafından kabul edilmiş ve kullanılıyor olabilir.

Kürt Meselesi, Dil Sorunu, Dindarlık Problemi…gibi isimler öne çıksa da bu sorunu bu halklar, diller, kimlikler ve bu inanç ortaya çıkarmadı…

Bu sorunu ‘Türkler adına, Türkçe namına, Türklük aşkına’ ortaya çıkıp kraldan çok kralcı kesilen ‘İttihat döküntüsü, Selanik kaçkını ve Batı hayranı’ bir zihniyet ortaya çıkardı. Dolayısıyla bu ülkede sorun, sıkıntı ve meseleler mağdur olanlar, mağdur edilenler, hakları ellerinden alınanların ürettiği sorun değildir.

Bugün adına ne derseniz deyin, bu sorun sebepleri, etkileri ve neticeleriyle her şeyin başına ‘tek ve milli’ ile başlayan sıfatları koyan Laik, Kemalist, Türkçü, Batıcı, Solcu ve Dine düşman bilumum dinozorların ortaya çıkardığı bir sorundur.

Çalıştayın sonuç bildirgesi vicdanlı, çözümcü ve anlayışlı herkesin rahatlıkla altına imza atabileceği bir kıvamdaydı.

Meğerse kırmızı görmüş boğalar gibi deliren sadece küresel bazda Trump değilmiş!

Yerel delirenler, kuduranlar da varmış!

Kendisinden başkasına hayat hakkı tanımayan,

Kardeşliği bile kendi öncelikleri için merkeze çeken,

kudurmuş ve saldırgan bir akıl burada da ve tüm yerlerde de varmış!

Çalıştay sonuç bildirgesini belki de okumadan kendisince(!) içindeki kırmızıları görünce “Heyt, bakın Uç-urur-um sizleri!” diyen birinin hezeyanları ve hakaretlerini gördük.

Dest-i(nciti)ci bir kabadayılık da hala kalpleri kapkara sarmış bir faşizmin ilanı gibi durdu.

Birileri belli bir makama, mevkiye, sorumluluk seviyesine ulaşmış olabilir.

Birilerinin isminin önünde ‘başkan, danışman, siyasetçi’ gibi etkileşimli titr’ler olabilir.

Ama hiçbiri şu kıssadan hissenin kendisini anlatmasından kurtulmuş olamaz:

“Vakti zamanında oğlunun huyunu suyunu beğenmeyen bir baba varmış. Bu baba yeri geldikçe oğluna ‘Sen adam olamazsın!’ dermiş. Bu söz de çocuğa çok ağır gelirmiş. Ve bu çocuk çabalamış, okumuş ve sonunda vezir olmuş. Bir gün iki askeri falan köydeki babasını alıp getirmeleri için göndermiş. Askerler, yaşlı adamın kapısına varmışlar. Vezirin emri deyip yaşlı babayı hürmetsizce yaka paça getirmişler. Vezir oğul, karşısında ayakta bekleyen babasını görünce biraz gururlu, biraz da gününü göstermek(!) istercesine üst perdeden konuşmuş: ‘Hani, sen adam olamazsın, diyordun. Ne oldu? Bak, okudum vezir oldum.’

Yaşlı babası, oğlunun; başındaki kavuğa, sırtındaki kaftana, omzundaki yıldızlara, üstündeki sırmalara ve belindeki kılıca süzer gibi bakmış. Sonra başını izzetle kaldırmış ve demiş ki:

‘Oğlum ben sana ‘adam olamazsın!’ dedim, ‘Vezir veya paşa olamazsın, demedim. Sen adam olsaydın, babanı böyle yaka paça ayağına getirtmez, kalkar kendin; hürmetle ayağıma gelirdin.”

Neymiş efendim!

Önemli olan insan ve adam olabilmektir.

Doğru görebilmektir, gönüllere dokunabilmektir;

Aksi halde kimsenin başkanlığı ve danışmanlığı insani nazarlarda beş para etmez!