Hayal gücü yüksek bir çocuktu. Bu
yüzden elde edemediği her şeyin hayalini kurardı. Bazen elma şekeri, bazen de
delikli şekerlerden yerdi düşlerinde. Ama son zamanlarda, çocukların ellerinde,
plastik çubuğun ucuna tutturulmuş bir şeker görüyordu.
Bu nasıl bir şeydi öyle? Şöyle
parlak renkli, yusyuvarlaktı. Top isminden mülhem bir ismi de vardı ama bir
türlü onu telaffuz edemezdi. Dediğim gibi plastik bir çubuğun ucuna
tutturulmuştu. Şeker olduğuna göre tatlı mı tatlı olmalıydı. Çeşit çeşit
renklerde olduğundan tatları farklı farklıydı herhalde.
Küçücük aklı ile babasının hangi
şartlar altında olduğunu bilirdi. Onun için gördüğü o şekerden istemeye
çekinirdi. Babasının yaşadığı bunca hengâmenin içinde istenir miydi böyle uçuk
bir şey. Çünkü baba, Allah davasının ağır yükünün altına, iki eş ve 15 çocukla
girmişti. Doksanlı yılların ambargo yıllarında yükü bir hayli ağırdı. Kimse
onlara bir şey satmıyor, onlardan bir şey almıyordu.
Bunca boğazı beslemenin bir yolu
olmalıydı. Evde birlikte yaşadıkları bir de inekleri vardı. Süt veriyordu. Ama
kimse onlardan süt almıyordu. Bu nedenle sütü kendileri tüketmek durumunda
kalıyorlardı. Zaten tek gıdaları buydu. Lakin eve bakkal dükkânlarından bir
sürü malzeme lazımdı ve dediğim gibi kimse onlara bir şey satmıyordu.
Çoluk çocuk Batı illerine tarım
işçisi olarak gidebilirlerdi. Zaten başka da çareleri yoktu. Bulundukları
yerden bir minibüsle Batman’a, oradan tren ile gidip, sonra kara yolculuğu ile
fındık toplama işçiliğinin revaçta olduğu Karadeniz’e gidebilirlerdi.
O da öyle yaptı. Büyük hanımını
bir iki çocuk ile evdeki ineğe baksınlar diye götürmedi. Gitmeyenlerden biri de
hayal gücü yüksek olan çocuktu. O babasını bekleyecekti. Çünkü çalışıp para
kazanan babasından, alacağı şekerin parasını isteyebilecekti.
Aile ilk önce Batman’a gitti. O
gece istasyonda gecelemek istediler. Fakat davalarına düşman kem gözler, onları
takip ediyorlardı. Bir iki arkadaşını kontörlü telefon ile arayarak, geceyi
onların evinde geçirdiler.
Herhalde yarın trene bindikten sonra
bizleri rahat bırakırlar diye düşündü baba. Ertesi gün trene bindiler. İndikten
sonra Karadeniz bölgesinin yolunu tuttular. Gittikleri yerde fındık ağaçları
olan biri ile anlaşıp, çalışmaya başladılar.
Ama o da ne? Kem gözler burada da
peyda olmuşlardı. Hayati tehlikeleri vardı ve bir tedbir almalıydılar. Baba,
hemen memleketi aradı. Arkadaşları ona; “Gel burada evinde kal. Yoksa sizlere o
yaban ellerde çok zarar verirler.” dediler.
Çalıştıkları birkaç günün
parasını alarak, gerisin geriye yollara düştü çoluk çocuk bütün aile. Hayal
gücü yüksek olan çocuk yine hayallere daldı. Babası işten dönüyordu. Mutlaka
para kazanmış olmalıydı. Kendi kendine “Artık şu çubuklu, yuvarlık şekerin
parasını babamdan isteyebilirim” diye düşündü.
Çok zor şartlarda sürdürülen bir
yolculuktan sonra aile gelmişti memlekete. Kazandıkları paranın büyük bir
kısmını yol ücreti olarak harcamış olsalar da, birkaç kuruşları kalmıştı.
Çocuğun ilk işi babasından şeker parası istemek oldu. Babası cebinden çıkardı
verdi. O da evlerinin yakınındaki bakkala gitti. Bakkala ismini söyleyemediği o
şekerden vermesini eliyle işaret etti. Parasını ödeyip eve yöneldi.
Bu arada onları izleyen bir çift
kem gözün sahibi gelip bakkala; “Sen bu aileye bir şey satılmayacağını bilmiyor
musun? Ambargoyu nasıl delersin?” dedi. Bakkal oturduğu yerden fırladı ve
çocuğu yakalayıp, henüz ambalajı açılmamış şekeri aldı ve çocuğun parasını iade
etti. Çocuk öylece kalmıştı. Bakkal kendi kendine söyleniyordu; “Bu kadarcık
bir şeker yüzünden dükkânımı tehlikeye atamam.”
Baba köye taşınmaya karar verdi.
Arkadaşlarının bulunduğu yakın bir köy vardı. Oraya taşındılar. Ancak ineği
arabaya atamadılar. Sonra gelip ineği de alacaklardı. Ama kendilerinden önce
kem gözlerin sahipleri, ineğe el koymuşlardı.
Ara ara hatırlamak ve hatırlatmak
gerekiyor şu meşhur doksanlı yılları.
0 yorum