Kadınların annelik güdüleri yok edilene kadar boyun
eğmeye devam edeceğini söylüyor Simon Beauvoir.
Sartre’yle 50 yıl boyunca nikahsız yaşayarak feminizme
yeni bir ivme kazandıran, ikinci dalga feminist hareketin öncüsü!
Beauvoir, kadının biyolojisini kısıtlayıcı olarak
görüyor, aya özel günlerin, hamilelik, ev hanımlığı, çocuk emzirme ve doğum
gibi durumların erkekle olan koşusunda onu geride bıraktığını iddia ediyordu.
Erkek bedeni bunlardan muaf olmakla iş hayatına dahil olma yarışına önde
başlıyordu. Ne de olsa feminizme göre kadının kamusal hayata katılımı kutsaldı.
Kapitalizmin kadın emeğine ihtiyacı vardı.
Bunun için Beauvoir’a göre kadınlar ya biyolojik
özelliklerini baskılamalı ya da değiştirmeliydi. Annelik kadını evladına, evine
bağlıyor, iş verimini düşürüyordu. Annelik kadını eziyor, ama fabrikalarda
çalışmak için sabahın köründe toplu taşıma araçlarına binmek, ağır işlerin
sorumluluğunu taşımak, her ay aldığı ücretle evin giderlerine ortak olmak özgürleştiriyordu.
Üstelik feminizme göre aile erkek egemenliğinin
üretildiği yerdi. Kadının evden uzaklaşması, çalıştığı sektörde başka bir
erkeğin tahakkümü altına girmesi erkek egemenliği değildi yani. Başında bir
erkek olan firmanın ürününü, kendi bedenini sergileyerek pazarlaması, sakız
kadar küçülmesi, cinsel cazibesini kullanarak müşteri çekmeye çalışması, işe
alınma şartının güzel ve bakımlı olma şartlarına bağlı olması erkek egemenliği
değildi.
Soğuk havada sokak süpüren belediye işçisi bir kadın
kocasıyla eşitlenmiş oluyordu. Üzerine yağmur, çamur sıçramasına rağmen bir
zamanlar erkeklere mahsus kılınan bir mesleği yapınca, toplumsal cinsiyet
eşitliği sağlanmış oluyordu.
Kapitalizmin, kadının emeğini rahat çalabilmesi için
bu ideolojiye ihtiyacı vardı. Kadına ve erkeğe ait alanlar, çalışma ortamları,
davranışlar, giyim şekli, hatta duygu, düşünce ve güdüler dahi ayrımcılıktı,
ortadan kalkana kadar savaşılmalıydı.
Yapılan toplum mühendisliği sonucunda feminist dalga
Batılı Ülkelere yayıldı ve BM’yi tüm dünya kadınlarının haklarını savunma
maskesiyle tahakküm altına aldı ve globalleşti. BM kadın konferansları ve
Uluslararası yasalar aracılığıyla BM’ye bağlı Ülkelerdeki Aile ve Kadın
Politikaları feminist ideolojiye mahkum edilmiş oldu. Bu Uluslararası kurumun
kadın için oluşturduğu standartlar başka ülkeler için bağlayıcı bir nitelik
kazandı.
Aydınlanma, Sanayi İnkılabı, Reform hareketlerinin
sonucunda Batı’da ortaya çıkan feminizm ancak Batının yaşadığı tarihsel süreç
sonucunda elde ettiği zorunlu bir sonuçken, tüm ülkelere evrensel kadın hakları
akımı olarak dayatılması karşısında başta Türkiye olmak üzere İslam Ülkeleri
iyi bir sınav veremedi.
AK Parti iktidarı döneminde Aile Bakanlığı tarafından
BM’nin dayattığı yasalar olduğu gibi kabul edildi, iç hukuk bu yasalara göre
düzenlendi. Yirmi yıllık süreçte kadını iş hayatına iten, evindeki emeğini
küçümseyen, anneliği onarmak, teşvik edici politikalar uygulamak yerine bol bol
bebek bakım evleri ve kreşler açarak anneler için dışarıda çalışmayı cazip hale
getiren politikalar izlenmeye devam edildi.
Gelinen noktada
kadınlarda annelik duyguları zayıflatıldı. Genç evliler artık iki çocuk sahibi
olmayı bile fazla görür hale geldi.
Aile kurumunu küçümseyen, eşleri birbirinin rakibi
haline getiren, sorumlulukları değil hakları öne çıkartan, sevgiyi sadece
cinselliğe indirgeyen, zinaya, aldatmaya özendiren, anneliği ayak bağı olarak
gösteren TV programları da feminist ideolojiyi toplumun mihenk taşı olan
kadınlara pompalamaya devam ediyor. Bu gidişe bir dur diyen de olmuyor.
Durum bu iken CB Erdoğan’ın genç nüfusun alarm
verdiğini söylemesi hiçbir şey anlam ifade etmiyor. Eğer böyle giderse ortada
ne aile kalır, ne nüfus…