Aile huzur ve emniyetinin bu
zamankinden daha çok sarsıldığı, adeta yok olmaya maruz kaldığı başka bir
dönemin geçtiğini bilmiyoruz. Bundan daha beter olan ise, ilgili-yetkili kurum
ve kuruluşların ve maalesef toplumun konuya olan duyarsızlıkları.. Duyarsızlık
bir tarafa yangına benzin dökme durumu da var.
Şunu öncelikle
belirtelim ki çocuk ve aile birbirinden ayrılamaz ve farklı iki konu olarak ele
alınamazlar. Çünkü her ikisi arasında sebep-sonuç ilişkisi mevcut. Aynı şey
toplum ve aile için de geçerlidir. Ortada bir sonuç varsa bunu doğurmuş olan
bir sebebin olması muhakkaktır. Şayet aile olmasaydı çocuk da olmayacaktı. Ve
aynı zamanda aile sağlıklı olsaydı çocuk da öyle olacaktı. Eğer ortada bir
çocuk sorunu varsa bunun azami sebebi aile kaynaklıdır.
Çocuklarımız
neden böyle oldular deyip şikayet etmek veya başka bir yerlerde suçlu aramak
yanlıştır. Bir sorunun doğru olarak teşhis ve tespiti çok önemlidir. Zira sorun
doğru teşhis edilmeden çözülemez. Şimdi ailenin şu içler acısı hale nasıl ve
nereden geldiğine bakalım ki çocuklarımızdaki değişikliklerin de nereden
kaynaklandığını doğru anlayabilelim.
Çok değil, bundan 50 yıl
öncesini iyi hatırlıyorum. Nüfusun en az üçte ikisinin köyde yaşadığı, ilkel
tarıma dayalı zor bir ekonomik sürecin hüküm sürdüğü, eğitim oranının çok düşük
olduğu ellili, altmışlı yıllar. Bu yıllarda ailede eşler ve ebeveynlerle
çocuklar arasında geleneğe ve inançlarımıza bağlı sağlam bir ilişki vardı.
Neredeyse boşanma olayı yok gibiydi. Bugün köşe başı rastlanan kadına şiddet vb.
olumsuzluklar yoktu. Ama ilerleyen süreçte aile kurumumuz gün be gün zayıfladı
ve artık gençlerimizin evliliği düşünmediği, evlenenlerin ise hemen üç gün
sonra boşanma kararı verdiği bir zamana vardık. Bunun ötesinin ise nasıl
olacağını tahmin etmek çok korkunç.
Modernleşme,
ilerleme, batılılaşma ve diğer birçok adlar altında yapılan taklitçi icraatlar,
sorumluların tarih ve kültürümüzü tanımaz olmaları toplumumuzun bu hale
gelmesinin ana sebebidir elbette. Başka ne sebep olabilir ya da yangının sebebi
nerede aranabilir? Ha, toplum olarak bizim de bir suç ve vebalimiz yok mu?
Elbette var. Tek kelimeyle söylersek, suçumuz “suskunluğumuz”dur.
Ailenin bu durumuna el atmak
ve bu soruna çare olmak öncelikle devletin ilgili kurum ve kuruluşları ve
peşinden toplum olarak hepimizin görevidir. Bu görevin diğer bütün görevlerden
daha öncelikli olduğunu da asla unutmamak gerek. Çünkü aile demek toplum
demektir. O varsa toplum var, yoksa yoktur. Geminin her geçen saat su almaya
devam ettiği bir anda en önemli ve öncelikli iş gemiyi kurtarmaktır.
İslâm dünyasının
ilk ve en önemli medeni kanunu Mecelle’nin 30’uncu maddesi “Def-i mefâsid,
celb-i menâfiden evlâdır’’ der. Yani kötülüğü def etmek menfaat
sağlamaktan önce gelir. Yani önce aileyi yıkan olaylara bakıp onları ortadan
kaldırmak geliyor.
Artık bunu
herkes biliyor ki kadına pozitif ayrımcılık adı altında kabul edilen ve adına
İstanbul Sözleşmesi denilen yasalarla mevcut yangına benzin dökülmüştür. Bu
uygulamalar zaman geçirilmeden kaldırılmalıdır. Toplumun aile kurumu
konusundaki duyarlılığını arttıracak etkinlikler attırılmalı. Ve en önemlisi
gençlerimize okullarda aile, evlilik konularında gerekli eğitimler
sağlanmalıdır. Bir arabayı sürebilmek için eğitim ve becerinin arandığı bir
dünyada hayatın en önemli konusu olan yuva kurmak konusunda hiçbir şeyin
yapılmaması ne kadar hazin ve düşündürücüdür. Okullarda, hayatta bir karşılığı
olmayan onca bilgiyi öğreten eğitim sistemi, hayatın kalbi olan aile konusunda
bir şey söylememesini nasıl izah edebiliriz?
Hasılı vücutta kalp ne ise toplumda da aile odur. Bu hayati yapıda yangın var. Bu yangının daha da büyüyüp bütün bünyeyi sarmadan önce herkesin üzerine düşeni yapması hem İslami hem insani bir görevdir. “Ey inananlar! Kendinizi ve çoluk çocuğunuzu cehennem ateşinden koruyun” (Tahrim, 6)