“Kabe’nin Rabbine yemin olsun ki kazandım!”
Sırtından saplanan mızrak göğsünden çıkınca bu sözü ilk söyleyen sahabinin Haram b. Milhan mı yoksa Amir b. Füheyre mi olduğu ihtilaflıdır. Ancak ikisi de söylemiş olabilir. Yine bu sözü Hz.Ali(ra)’ın da şehadete kavuşurken söylediğini biliyoruz.
Denir ki Amir b. Füheyre’yi katleden Cebbar b. Selma, ondan “vallahi kazandım” sözünü duyunca zihni allak bullak olur. Ondan duyduğu bu sözün zahirini anlamasına anlamıştır da bir insan öldürüldüğünde nasıl kazanır bunu bir türlü idrak edemez, çevresine sorar. Müslüman bir tanıdığı ona hakikati izah edince müslüman olur.
Kaybetmek nedir? Kazanmak ne?
Ne demiş Hikem-i Ataiyye:
“Mâ zâ vecede men fekadehû ve mâzâ fekade men vecedeh”
(Allah’ı bulan neyi kaybeder? Onu kaybeden neyi kazanır?)
Sahabilere(radıyallahü anhüm) buldurulan makam da bu değil miydi?
Ya da evliyalık dediğimiz şeyin de özü özeti bu değil mi?
Herkesin aradığı taca tahta sahipken bunları terk edip Hakka yakınlık uğruna çöllere düşen İbrahim b. Ethem’ler bununla tanınmadı mı?
Ki o sır Yunus’a: “Ballar balını buldum kovanım yağma olsun” dedirtmişti.
6-8 Ekim deyince herhalde hep buradan başlamaya alışmışız.
Muhterem gördüğü kişilerin yanına vardığında “dua edin şehid olayım” diyen gençlere icabet vaktidir 6-8 Ekim.
Tıpkı Hârise b. Süraka gibi. Daha on-oniki yaşında. Resulullah(sav), o gencecik sahabisine soruyor: “Ey Harise, bu gece nasıl sabahladın?” Ve yaşı büyüklere nasip olmayacak bir cevap veriyor: “Allah azze ve celleye gerçekten inanarak sabahladım”.
Efendimiz(sav)’in övgüsüne mazhar olunca Harise, hemen ekliyor: “Ya Resulullah benim için dua et de şehid olayım.”
Öyle istekli, öyle arzulu, öyle aşık ki, biz; Alemlerin Efendisi(sav)’in onun için yaptığı duanın eli kılıç tutacak yaşa geldiğinde kabul edileceğini zannederiz.
Oysa aşıkla maşuk arasında yaşın lafı mı olur?
Bedir’i kenardan izlemeye koyulur Harise.
Öyle çocuk yüreğiyle dalmışken hedefini şaşıran bir ok gelir uzaktan ve gırtlağına saplanır. Oracıkta yığılan bedeni üzerinde yüzünde tebessümle hoşbulduk der gibi varır yârine.
Annesi Rübeyyi binti Nadr, şu bizim Enes(ra) var ya onun halası. Çocuk yaşta iken Resulullah(sav)’e dokuz sene hizmet eden Enes b. Malik(ra) işte akrabası onun.
Bu hanım sahabi, oğlu Harise için ağlarken bir gün mescide gelir ve şöyle sorar: “Ya Resulallah! Oğlum Harise’nin yaşı küçüktü, Bediri seyrederken uzakta rasgele bir okla öldü. O şimdi nerededir, ne haldedir, eğer cennetteyse sabredeyim. Yok cennette değilse ona gücüm yettikçe ağlamaya devam edeceğim.”
Resulullah(sav) şöyle dedi; “Ey Harise’nin annesi! Cennet derece derecedir. Senin oğlun şu anda Firdevsi â’lâda.”
Yani en yüksekte, cennetin tam ortasında. Denir ki, kadın bunu duyunca “İyi iyi Harise. Ne mutlu sana” diyerek oradan ayrıldı.
Hani oğlu savaşmadığı için annesi onun cennete girmediğini sanıyordu. Ah annesi ah. Bu sevda savaş mı dinler, yaş mı dinler.
Kenardan izleyen Harise, sırf duası hatırına savaşacak yaşta olmadığı halde Firdevsi Alaya konuldu ise peki halkın imanı için, ıslahı için, dini ve izzeti için yürürken, elinde gah kurban eti, gah elifba, gah şefkat ve merhamet, yüreğinde İslamın şiarlarını taşırken muradına erenlere ne demeli.
Kimisi camide, kimisi Kuran okurken, kimisi medreseden çıkarken, kimisi okulda, kimisi çarşıda, yaşlısı genciyle, kadını çocuğuyla alimi talebesiyle, yüzlerce şehidin ardından; “Ya Rab bizleri şehadetten mahrum eyleme, bizleri o şehidlerden ayırma” diye dua edenler hangi devirde dünyaya gelirse gelsinler “sünnetullah” değişir mi?
Yedi kat göklerin ardından; “Bendensiniz” diyor.
“Ey Riyad! Dediğin gibi şehadet gerçekten sana yakışıyor.”
“Ey Hasan! Böyle ahlakı güzel, şahsiyeti güzel olursun da kabul etmez miyim Seni!”
“Ey Hüseyin! Sen Hüseyin’in yolunda olursunda yolun sonunda ben seni karşılamaz mıyım!”
“Ey Turan Yavaş! Sen koşarsın da bana varmaz mısın!”
“Ey Yasin! Başkası ayak altına atılırken sen benim uğrumda pervane düşersin de ben katıma almaz mıyım seni!”
“Ey Cumali! Ey Aytaç! Ey Sacid!...”
Hepsine özel, hepsine hususi iltifatla. Firdevsi Ala’ya yakışır bir hoşamedi ile..