Türkiye’nin modernleşme hikâyesi çoğu kez tankların, nutukların, inkılapların ve büyük siyasi fırtınaların üzerinden anlatılır. Oysa bu ülkenin kaderi bazen bir masanın üzerinde duran ince bir kitapla; bazen bir köy evinde, üç beş kişinin etrafında dizilip okuduğu el yazması bir risaleyle değişti.

Kemalizmin eğitim sistemi Comte, Durkheim, Bergson ve Fransız pozitivistlerinden etkilenmişti. Toplumu seküler bir dünya görüşü ile yeniden inşa etmeyi amaçlıyordu.

Bediüzzaman Said Nursî, bu paradigmanın karşısına: bilimle barışık, aklı güçlendiren, fenleri iman delili yapan, tefekkürü merkeze koyan bir “iman epistemolojisi” yerleştirdi.

Üstad, büyük çilelere katlanarak; bir şekilde okuyan, düşünen, bilimle iman arasında çelişki görmeyen ahlak merkezli bir toplum segmenti oluşturmayı başardı. Bu, Kemalizmin yetiştirmek istediği seküler yurttaş modelinin karşı tipini oluşturdu.

Kemalizm, aslında çok hızlı topa girmişti. Dinin toplumsal gücünü kırmak için, bin yıllık kültür ve medeniyet birikimine karşı eşi benzeri görülmemiş bir aykırılıkta peş peşe hamleler yaptı. Medreseleri kapattı, tekkelere kilit vurdu, Kur’an öğretiminden başlayarak dinî eğitimi yasakladı, ezana müdahale etti, alimleri ya darağaçlarında ya hapis ve sürgünlerde ya da korkuyla sindirdi. İslamîliği görünür kılan, şeriatı çağrıştıran kılık kıyafet, takvim, alfabe gibi ne kadar resmî, gayrî resmî uygulama, teamül, alışkanlık, kurum, gelenek ve yerleşmiş kabuller varsa hepsini batıdan rasgele getirdiği zıtlarıyla değiştirdi.

Ama projenin mimarları, toplumun ruhuna ulaşmanın sandıkları kadar kolay olmadığını çok geçmeden gördüler.

Çünkü Anadolu’nun evlerinde, köy odalarında, samanlıklarda, hatta mahkeme salonlarında bile oksijen bulup çoğalan bir şey vardı: Risale-i Nur.

Şerif Mardin’in meşhur ifadesi bunu güzel özetliyordu:

“Nurculuk, Kemalist modernleşmenin toplumsal tabanda karşılaştığı en güçlü dirençtir.”

Yetkiyi ellerinde bulunduranların tepeden inmeci reformlarına karşı, dipten gelen bir dalga yükseliyordu.

Daha önce meşrutiyeti savunan, Osmanlı’nın son döneminde devlet yönetimini iyi tahlil eden ve cumhuriyet mefhumunu öz itibariyle reddetmeyen Bediüzzaman Said Nursî, bizim üç düşmanımız var diyordu: “cehalet, zaruret, ihtilaf”. Bu söz bile, “bizim düşmanımız işte şunlardır” gibi gol için son derece müsait bir pas bekleyen karşı tarafın dengesini alt üst ediyordu.

Üstad, laikleşmenin en güçlü argümanının bilim olduğunun farkındaydı. Cevabı netti: “Fenler ne kadar terakki etse, tevhid nuruna muhtaçtır.” Yani bilim dinin rakibi değil, destekçisiydi.

Bu cümle, yeni sistemin pozitivist eğitim düzenine atılmış bir fikrî tokattı. Çünkü Kemalist modernleşme, bilimi dinden koparmaya çalışırken, Bediüzzaman rh, bilimi imanla birleştiriyor, inancı akıldan ayırmıyordu.

Böylece dayatmacı seküler insan modeline karşı, Anadolu’nun bağrında yeni bir imanlı aydın tipi doğuyordu.

Bediüzzaman Said Nursî Hazretleri, muarızlarının beklediğinin aksine doğrudan yeni sistemle çatışmadı.

Tepeden inmeci sert dönüşüme karşı hazır haldeki refleksleri ve fokur fokur kaynayan hisleri hızlı harekete geçiren bir yolu tercih etmedi, kitleleri sokaklara çağırmadı.

Hatta sonraları siyasete ihtiyaç olduğunu söylese de o dönem kesin ve açık bir dille siyaseti terk ettiğini söyledi.

Haliyle kendisini halktan izole ederek türlü işkencelerle bertaraf edemeyenlere, fikrini ve davasını boşa düşürecekleri muhalif profilini asla vermedi. Bir anlamda dönemin otoritesini psikolojik olarak boşa düşürdü.

Mahkemeye çıkınca “suç” olarak gösterilen şey neydi?
Bir kitap yazmak, bir kitaba inanmak, bir kitap okumak.

Bu tablo o dönem, rejime güç değil, halkın gözünde Üstada meşruiyet verdi.

İşte Bediüzzaman Said Nursi Hazretleri, Kemalizmin en derin fay hattını buldu ve halkı, dinî hafızasına bağladı. Kemalist kimlik mühendisliğine karşı iman kimliğini güçlendirdi. Seküler hayat tarzının kökleşmesini engelledi. Anadolu’da büyük bir “manevî mobilizasyon” oluşturdu

Bugün, hâlâ Anadolu’da din, kimlik ve toplum üzerine konuşurken Üstadın ismini anmadan cümle kuramamamızın sebebi budur.

Bugün, varlıklarını Kemalizmin ikonlarına endeksleyenlerin aşırı kaygı ve panik havasıyla en ufak bir tepkiyi şiddetle bastırırken, laik devrimlerin faziletini (!) anlatmaktan kaçınmalarının sebebi budur.

İstanbul’u işgal eden İngilizlerin, hiçbir dirençle de karşılaşmamışlarken durduk yere, neden hiçbir gerekçe göstermeden çekilip gittiklerini bir türlü açıklamayanları ciddiye almak abesle iştigal etmektir.

O yüzden, mevcut paganizmden nemalanan menfaat bekçilerinin atarlarına çok itibar etmek israftır.

Risale-i Nuru yasaklayamadıkları sürece, en güçlü oldukları zamanlarda başaramadıkları işi, yapay zeka çağında, hayli çirkin şu komedi şovlarıyla başarmaları da mümkün değildir.

“De ki: Hak geldi bâtıl yıkılıp gitti! Zaten bâtıl yıkılmaya mahkûmdur.” (İsra 81)