Sabah işe gidiyordum. Soğuk ama güzel,
duygulandıran, tefekküre daldıran bir hava vardı. Gökyüzünde yağmur yüklü
kocaman bulutlar bir renk cümbüşü için dolanıp duruyorlardı. Biraz sonra
yağacak şiddetli yağmurun habercisiydiler sanki. Yeryüzünün, ama özellikle
gökyüzünün öyle görkemli bir görüntüsü vardı ki farkına varmadan kendimi derin
bir tefekkürün içinde buldum. Bu ihtişamlı âlemi yaratan Allah ne mükemmel bir
varlıktı. O`nu az da olsa bilmek, tanımak, sevmek ne büyük bir mutluluktu!
O esnada önümde vızır vızır geçen arabalara takıldı
gözüm. İnsanlar sabahın erken saatleri olmasına rağmen büyük bir heyecanla
dünya işlerine koşuyorlar, varlık âlemindeki bu müthiş güzelliği
göremiyorlardı. Sanki ebedi bir yaşam onlara bağışlanmış gibi çırpınıp
didiniyorlardı.
Ben bunları düşünürken yolun kenarında göklere doğru
uzanan büyük bir ağaca daldım. Ağacın yaprakları sararmış, birçok dalı ise
elbisesiz bir insan gibi çıplak kalmıştı. İlkbaharda bu ağaç tekrar
dirilecekti. Bir gelin gibi süslenecek, yemyeşil yaprakları, gonca gonca açan
çiçekleriyle göz kamaştıracaktı. Sonra yaz gelecekti. Eski güzelliğini biraz
yitirecekti ama daha yararlı hale gelecek, dallarından sarkan olgun
meyveleriyle insanların hizmetine amade olacaktı. Ve sonbahar… Çiçekleri
solmaya, yaprakları dökülmeye başlayacaktı. Kışla birlikte kuru bir odun
parçasına dönecek, solup gidecekti. Bu ağacın ölüm zamanı kıştı.
Zihnimde insanı bu ağaçla kıyasladım. İnsanın ömrü
de bu ağaç gibi değil miydi? Önce doğuyordu insan, ötelerden, meçhulden gelip
hayata merhaba diyordu. Çocukluk ve ilk gençlik yılları bu ağacın ilkbaharı
gibiydi. Canlıydı, sağlıklıydı, hayat doluydu, bin bir güzellik ve hayal içinde
yaşıyordu kendince. Sonra yaz geliyordu, olgunlaşıyor, hayatı daha iyi tanıyor,
sorumluluklarının farkına varıyordu insan. Ama hayatın akışı durmuyordu insan
için. Sonra sonbahar, yaşlılık belirtileri, yorulan ve canlılığını yitiren
vücut, bir anda sökün eden hastalıklarla mücadele… Ağaran saçlar, beyazlaşan
sakallar, bıyıklar, bükülen beller…
Ve kış… Ölümü bekleyen koca dedeler ve nineler
oluveren insan… Sonra yitip giden hayatlar, yaşama doyamadan kapanan gözler,
yarım kalan emeller…
İşte insan bu… Meçhulden gelen ve meçhule giden…
Önümden akıp giden arabalara baktım yeniden, koşar
adımlarla işe yetişmeye çalışan, cep telefonlarıyla sabahın huzur dolu havasını
sesleriyle kirleten kadın ve erkeklere… Derin bir acı çöreklendi yüreğime… Ne
büyük bir gaflet ve vurdumduymazlık içinde günlerimizi tüketiyorduk böyle. Her
bir adımımız, biten her bir saat ve günümüz bizi ölüme daha bir yaklaştırmasına
rağmen bu acı gerçeğin hiç farkında değildik.
Meçhule doğru gidiyoruz. Ölüm bir avcı gibi bizi
kolluyor. Ne zaman, nerede, nasıl geleceği belli değil. Lakin ölüm mutlaka
gelecek. Ölüm sonrasında sonsuza dek sürecek meçhul bir hayat bizi bekliyor.
Nasıl olacak, neyle karşılaşacağız, bilinmezliklerle dolu ancak umurumuzda
değil. Ayağımıza küçük bir diken batınca feryadı koparan, hafifce üşütünce
dünyanın sonuymuş gibi umutsuzluklar içinde çırpınan biz, bizler, bizi bekleyen
ve sonsuza dek sürecek olan meçhul hayatımız konusunda hiçbir şey yapmıyoruz, kafa
yormaya bile tenezzül etmiyoruz.
Heyhat! Ne büyük bir gaflet, akılsızlık, cehalet!
Ah, ne olurdu sanki Üstad`ın şu sözüne bir an olsun kulak verseydik,
silkinseydik, dirilseydik ve meçhul hayatımızı amellerimizle meçhul olmaktan
çıkarsaydık:
“Fani dünyanıza bedel ebedi bir cennet sizi bekler!”