“Sonu gelmeyen zifiri karanlık, dünyayı baştan
başa sarmaktadır. Sarhoş kahkahaları, zevk çığlıkları, aç gözlü insanların
arzuları; sefalet içinde yaşayan milyonlarca acı, ızdırap, kahır, hayal
kırıklığı, ümitsizliği dert ve iniltileriyle beraber etrafa yaymaktadır. Bu
dünya hiç değiştirilemez mi?” şeklinde özetlenebilecek Ebu’l A’la
El-Mevdudi’nin batı ifsadı karşısındaki “Gelin bu dünyayı değiştirelim”
sloganı, medeniyetimizin değiştirebilen güçlü birikimine dayanmıştı.
Oysa çoğu kez çürüğünü-çarığını değiştirmek için girdiğimiz bahçenin sahibi ile
didişirken hep birlikte bahçenin sebzesini, meyvesini beter ezdik. Çürümüşlük
beter arttı. Zira kendimizi başkasının bahçesinde (medeniyetinde)
kanıtlayamadık. Hatta bazen gasıp bile sayıldık. Tek delilimiz “iddiamız” ve
dedemizin talan olmuş güzel bahçesiydi. Ona da kimseyi inandıramadık zaten.
Domatesin has kokusunun, karpuzun gerçek tadının, çileğin baş döndürücü
rayihasının bu hormonlu tohumda olmadığını yırtına yıkıla, bağıra çağıra
anlatadurduk. Ama kim inana… Batı’nın “Tadı kaçmış”, kokusu gitmiş elmasının
cezbedici rengine yenik düştük.
Dünyayı değiştiremedik belki ama güzelleştirebiliriz elbet. Elimizde bu
güzellik için o kadar çok malzeme var ki, o kadar çok argüman var ki… Yeter ki
her birimiz öncelikle kendi dünyamızda kalalım, onu güzelleştirelim. Her
birimizin dünyası; evi, sokağı, binası, işi, akraba ve arkadaşlarıdır. Bu dünyamızda
kendi bahçemizi edinmeliyiz. Çileğin rayihası, domatesin kokusu oradan etrafa
yayılmalı ve çevreyi cezbetmeli.
Bizim medeniyetimizin öyle köşe
taşları var ki her birinin üzerine yeniden bir medeniyet inşa edebilirsiniz.
Bayram bu köşe taşlarından biridir.
Yoktur dünyada başka eşi. Akşam beraber uyuduğunuz aileniz ile sabah evin
içinde bayramlaşmak, sarılıp koklaşmak, sevinip sevindirmek… Anne babaya,
kardeşe, akrabaya, eşe, dosta gitmek ve sarılmak, öpüşüp koklaşmak… Sevginin en
yalın, en içten ve en büyük olanını sunmak; almak… Bu nasıl bir güzelleştirme,
bu ne büyük bir nimet! Dünyayı değiştiremiyorsak bile “dünyamızı”
güzelleştirebiliriz, oradan başlayabiliriz.
O kadar çok sebebimiz ve
imkanımız var ki buna… Mesela sıla-i rahim; akrabayı ziyaret, ona destek olmak,
sevmek, saymak, dertleşmek… Medeniyetimizde farzdır, bir zorunluluktur. Alın
bunu, inşa edin üzerine bir medeniyeti. Komşuluk hakkı: “Komşusu aç iken
kendisi tok yatan bizden değildir”. Dünyamızı güzelleştirecek bundan daha güzel
bir keyifli zorunluluk bilir misiniz?
Çevreyi korumak mı? “Yarın
kıyamet kopacaksa bile elinizdeki fidanı dikin”, “Nehirde bile olsa abdest
alırken israf etmeyin”. Aman Allah’ım, bundan daha büyük bir söz terennüm
edilmiş ve düşünülmüş mü sizce? Çevreciler arkanızdan nal toplasın gayrı.
“Karıncayı ezmekten imtina ediniz”: karınca hakkı. Suyun, bitkinin, hayvanın
hakkı… Hem de “Firaz-ı Zirve-i Sina”da bir hak. Oradan yukarısı yok bu
anlayışın ve bakışın.
“İlim Çin’de olsa git öğren”,
“Hikmet müminin yitik malıdır”, “veren el alan elden üstündür”, “Tebessüm
sadakadır”, “Sizi bir taş ayırsa bile selamlaşın”, “Güzel giyinin, güzel koku
sürün”, “Alimin mürekkebi şehidin kanından evladır”, “Bir insanı öldüren bir
alemi öldürmüştür”. Ve daha daha…
Bu dar sayfada saydığımız birkaç
kaide bile bir medeniyetin inşası için yeter de artar bile. Bunlarla küçük
küçük amel etsek bile kendi küçük dünyamızda herkesin içine girip meyvesinden
yemek için can atacağı bir güzel bahçe edinmiş olacağız.
Dünya güzelleşmeden değişmez.