Dünya
meşgalesinin aşırılığından, heva ve hevesin istek ve taleplerinin peşinde
koşmaktan, ölümü neredeyse tamamen unutmaktan ve benzeri daha birçok sebepten
dolayı Rabbimizi kimi zaman kısmi kimi zaman da tamamen unuturuz.
Allah (c.c.): “Ey insan! Seni yaratıp seni düzgün ve dengeli kılan, seni
dilediği surette şekillendiren Rabbine karşı seni aldatan nedir?” diye soruyor.
(İnfitar, 82/6-8.)
Dünyalık nimetler, zevk ve sefa içerisinde yüzerken; çoluk çocuk, eş dost ve
akraba etrafında dolaşıyorken, Allah insanın aklına gelmez. Bu nimetlerin ebedi
olacağı, bitip tükenmeyeceği, her daim bu nimetler içerisinde yaşanıp
gidileceği zannına kapılır insan. Bunun aksine zora düşüldüğünde, hayat
zorlaşıp nimetler bir bir elden gittiğinde, hastalık, kuraklık, afet ve
musibetler ile karşılaşıldığında Allah daha çok akla gelir. Eller açılıp bela,
sıkıntı, hastalık, kuraklık, deprem ve benzeri afetin kalkması için dua edilir.
Allah (c.c.) bunu denizde fırtınaya tutulan ve yaşanan kasırganın neredeyse
kendilerini alabora edeceği bir gurup insan üzerinden bize şöyle
temsillendiriyor: “Sizi karada ve denizde gezdiren odur. Hatta siz gemilerde
bulunduğunuz, o gemiler de içindekileri tatlı bir rüzgârla alıp götürdükleri ve
(yolcular) bu yüzden neşelendikleri zaman, o gemiye şiddetli bir fırtına gelip
çatar. Her yerden onlara dalgalar hücum eder ve onlar çepeçevre kuşattıklarını
anlarlar dini yalnız Allah’a has kılarak: “Andolsun eğer bizi bundan
kurtarırsan mutlaka şükredenlerden oluruz” diye Allah’a yalvarırlar. Fakat
Allah onları kurtarınca bir de bakarsın ki onlar, yine haksız yere taşkınlık
ederler. Ey insanlar sizin taşkınlığınız ancak sizin aleyhinizedir. Bununla
ancak dünya hayatının menfaatini elde edersiniz; sonunda dönüşünüz yine
bizedir. O zaman yaptıklarınızı size haber vereceğiz.” (Yunus, 10/22-23.)
Sanırım şu anki halimiz gemide yaşayanların hali gibi kasırga ve fırtınaya
yakalananların haline benziyor. Deprem üzerine deprem yaşıyoruz. Sürekli bir
sallantı içerisinde hayatımız ve geleceğimizden endişe duyuyoruz. İçinde zevk
ve sefa içerisinde yaşadığımız o ihtişamlı binaların yüksek katları artık bizi
sarmıyor. İçlerinde kalmaktan endişe duyuyoruz. Hele bir de bina depremden
etkilenmiş, çatlak ve yarıklar artmışsa, endişe ve sıkıntımız ikiye katlanıyor.
Ölümü hatırlıyoruz. Ölümün bize daha yakın olduğunu anlıyoruz. Kafamızı
yastığımıza koyduğumuzda dua ve zikirle bildiğimiz ayetleri okuyup üzerimize
üfleyerek yatıyoruz.
Esasında olması gereken her daim Allah’a yönelmek, onu unutmamak, onu zikir ve
teşbih etmek değil midir? Nimet ve bolluk içerisindeyken de darlık ve sıkıntı
içerisinde ona yönelip dini ona has kılmak değil midir? Nimetin gerçek
sahibinin o olduğunu o nimeti bol bol artırıp dâimi kılabileceği gibi o nimeti
çekip alabileceğini de bilmek değil midir?
Elbette ki olması gereken budur. Fakat ne yazık ki daha deprem yıkıntıları
kaldırılmamışken, yaralıların yaraları iyileşmemişken; depremde ev ve işyerini,
varını, yoğunu kaybedenler yaşadıklarının şokundan kurtulmamışken, sunî
gündemlerle halkı ve memleketi meşgul etmek, siyasi çıkar ve menfaat peşine
düşüp gündemi farklı mecralara çekmek, deprem ve depremzedeleri ikinci ve
üçüncü plana atmak. Zevk ve sefa içerisinde yaşananlara kulak tıkamak ne kadar
etiktir? Ne kadar vicdanidir? Ne kadar doğrudur?
Bu soruların cevabını siz okuyucularıma bırakıyorum. Mevla’m, bizi hem bollukta
hem de darlıkta her daim Rabbinden gafil olmayan, her daim onun zikrinde olan,
mümin ve muvahhit kullarından eylesin İnşallah.