Hep iyiler mi gitmeli
ötelere, biz günahkârlara hep hasret ve özlem mi düşmeli Şehidim? Ah ne kadar
özledim seni bir bilsen? Ne güzel günlerdi o günler, ne tatlı anlardı seninle
geçirdiğim anlar? Yoksuldun, yoksulluğun her türlü çilesini yansıtırdı o nur yüzün,
aydınlık bakışların. Aramızdaki bilgi uçurumuna rağmen hiçbir zaman havalara
kapılmaz, hep mütevazıce gülümserdin. Melayé Cizîrî, Ahmedé Xani tadı veren o
güzelim şiirlerini mahcup, utangaç bir sesle okuduğun o anları ömrümün sonuna
kadar unutmam.
Ah, ne güzel günlerdi o günler! Evinde yediğim o sade makarna ve çorba
yemekleri dünyanın en lezzetli şeyleri gibi gelirdi bana. Sanki muhabbet ve
ihlâs ateşiyle pişirilmişlerdi. Artık hayatımdan lezzet alamıyorum, yediğim
yemeklerde bir şeyler eksik sanki. Dünyevileşme çoğumuzda olduğu gibi benden de
lezzet ve sevinci aldı.
Adın hala yüreğimde heyecan yaratıyor. Molla Şehmus dediğim zaman gözlerim
doluyor, ruhum derin hüzün deryaları içinde kaybolup gidiyor. Ne olacaktı sanki
ben de seninle gelseydim? Gülümsüyorsun değil mi bu arzuma bakarak? Şahadet
kolay mı öyle diyerek… Önce şehitler gibi yaşamak lazım. Şehitler gibi
yaşayacaksın ki şehit olasın. En iyilerimizi kurban vermek gerek demiyor mu
Rehberimiz? Ben en iyilerinizdendim? En iyilerinizden olduğum için de şehit
oldum…
Doğru dersin şehidim, doğru söze ne denir ki? Bir Mutahhari olmak lazım, bir
Beheşti, bir Çamran… Bir Seyyid Kutup olmak lazım, bir Hasan El Benna, bir
Abdulkadir Udeyh… Bir Şeyh Ahmet Yasin olmak lazım, bir Şeyh İzzettin El
Kassam, bir Ömer Muhtar… Bir Selahaddin olmak lazım, bir Şeyh Zeki, bir Molla
Cüneyd, bir Yasin, bir Aytaç… Ve bir sen olmak lazım, yani Molla Şeyhmus
Aktaş…
Allah şehitleri hep iyilerin arasından seçer. En değerli şeylerini, canlarını
fedaya hazır iyiler… Ahlaki güzelliklerle bezenmiş, dilleri ve kalpleri
Allah`ın zikri ve muhabbetiyle dolu iyiler… Gözlerini hep hasretle ötelere
dikmiş, sevgiliye kavuşma anını özlemle bekleyen, dünyevi güzelliklerin
kendilerini heyecanlandırmadığı, bu dünya gurbetinin ruhlarını hüzne boğduğu
iyiler…
Şahidim ey Şehidim, sen de o iyilerdendin! Emellerin, hülyaların, ideallerin
hep davanla ilgiliydi. Davam der, ümmet der, Müslümanlar der, İslam der, başka
bir şey demezdin. Hayatının hedefinde Allah vardı. Allah, senin tüm düşünce ve
eylemlerinin odağındaydı. Bizim gibi güzel bir eve, lüks bir arabaya, iyi para
getiren bir işe sahip olma hevesiyle gece gündüz çırpınıp durmazdın.
Yoksuldun, kıt kanaat geçinirdin. Ama hep şakirdin… Şakir bir kuldun. Eline
geçen birkaç kuruş paranın çoğunu davan için harcardın. Çocukların yarı aç
oldukları, hep eski elbiseler giyindikleri, çoğu sefer cebinde harçlığın bile
olmadığı halde evin Müslüman gençlerin buluşma yeriydi. Evinde ne varsa
sererdin önlerine, yarına ben ve çocuklarım aç kalırız korkusu taşımadan…
Ah şehidim, ne kadar özledim seni? O eski iman, takva, ihlâs, fedakârlık,
tevazu dolu günleri ve o insanları ne kadar çok özlediğimi bir bilsen! Ne kadar
iyi ve fedakâr bir insandın.
Hiç unutmam, ölünceye kadar da unutmayacağım! Yazın kavurucu sıcağında, evinin
avlusundaki bir izbe odada halka tatlı yapıp satardın. Sen ve eşin ateşin
önünde terden sırılsıklam olmuş bir halde saatlerce tatlı yapardınız. Birkaç
kuruş kazanmak için. Kazancın o günlük giderlerine bile yetmezdi. Yine tatlı yaptığın
bir günde yağ kazanı devrilmiş, yüzün, elin, kolların korkunç derecede
yanmıştı.
Ben o zamanlar genç bir öğrenciydim. Evlerimiz birbirine yakındı. Kızın koşarak
beni çağırmıştı. Ağlayarak senin yandığını söylemişti. Ben daha kapıya çıkmadan
sen gelmiştin. Ne kadar da mahzun ve mazlum bir görünüşün vardı. Boydan boya
yanmış iki kolunu ileri doğru uzatmıştın. Yüzün de feci şekilde yanmıştı. Acı
içinde kavrulmana rağmen dudaklarında şükür ve zikir vardı. Ne kadar da şakir
bir kuldun. Rabbine tevekkül ve teslimiyetin ashabınkini andırıyordu.
Hep birlikte koşmuştuk devlet hastanesine… O zamanlar özel hastane yoktu
Kızıltepe`de… Küçük bir devlet hastanesi vardı. Seni acile almışlardı. İlkel
bir pansumanla acılarını dindirmeye çalışmışlardı. Yanmış derin kaldırılırken
gözlerinde sükûnet, dudaklarında zikir vardı. Sen gerçekten şehitliği hak eden
bir kuldun. Seninle arkadaş olmak ne güzeldi! İyilerle arkadaş olmak ne güzel
bir duygu! Ah şehidim, seni ne kadar özledim bir bilsen! Neden götürmedin sanki
beni de? Sen gittin, bana ise dünya gurbetinde yaşamak çilesi kaldı.
Hüzünlü gönlünde hep şehadet arzusu vardı. Allah için şehit olmak vardı her
namazda dualarının başında. Şehit Murtaza Mutahhari`nin şu duasını sık sık
tekrarlardın özlem dolu gözlerle. “ Ey Rabbim!” derdin. “ Eğer bana şehadeti
vereceksen hemen ver! Şehadetle elde edeceğim makamı bin yıl yaşayıp ibadet
etsem de elde edemem. Yok, şehitliğe layık görmüyorsan beni, o zaman uzun ve
bereketli bir ömrün sahibi kıl!”
Kısa sürdü ömrün şehidim. Kırk yaşlarında bizleri hüzün deryaları içinde
bırakıp gittin. Şehadete layıktın çünkü sen. Şehitler gibi yaşadın ve şehit
olarak gittin. Kürdistan hainlerinin silahlarından çıkan kurşunlar seni özlemle
beklediğin sevgiline kavuştururken ben, bizler yiğit bir kardeşimizi, kâmil bir
İslam âlimini, ince ruhlu bir şairi kaybetmenin acısını yaşadık.
Ah şehidim, seni ne kadar özledim bir bilsen! Ne diye beni derbeder bırakıp
gittin sanki? Yeşil kuşun kursağında bana da küçük bir yer ayıramaz
mıydın?