Belâ, Kur’an’da “eskimek; denemek, sınamak;
gam, musibet, darlık ve sıkıntı” manalarında kullanılmıştır. Firavun’un
İsrâiloğulları’na yaptığı korkunç işkenceler “büyük belâ” (belâün azîm) ve
“açık belâ” (belâün mübîn) olarak isimlendirilmiştir. Hz. İbrahim’in oğlu
İsmail’i kurban etmeye teşebbüsüne “açık belâ” denmiştir. Allah’ın kendisini
denediği kulun bu denemeden başarı ve yüz akı ile çıkması “güzel belâ” (belâün
hasen) olarak tarif edilmiştir. Bu manada Bedir Gazvesi ve sonucunda kazanılan
zafer, “güzel belâ” yani başarıyla verilmiş bir imtihandır.
Allah’ın korku ve kıtlık vermesi, mal,
can ve mahsulleri eksiltmesi birer belâdır. Kur’an’a göre dünya, kimin daha
güzel iş yaptığının anlaşılacağı bir belâ (denenme) yeridir. Ölüm ve hayat
bunun için yaratılmıştır. Hz. Peygamber de denenmek ve denemek için
gönderilmiştir. Başta Peygamberler olmak üzere Allah herkesi bir belâ ile
dener. Bir hadise göre en şiddetli belâlara uğrayanlar peygamberler, sonra da
onlara en çok benzeyenlerdir. İnsanın dert ve musibetlerle karşılaşması
kaçınılmazdır. Çünkü kişinin gerçek şahsiyeti ibtilâ (denenme) halinde ortaya
çıkar. Deri için tabaklanma ne ise insan için ibtilâ odur.
Altın ateşte, insan mihnette belli olur.
Büyük belâlara ancak büyük insanlar dayanabilir. Bir hadise göre kazanılacak
olan sevabın büyüklüğü katlanılan belânın ağırlığı nisbetinde olur. Bu yüzden
Allah sevdiklerine belâ verir. Buna razı olan Allah’ın rızasını kazanır. İsyan
eden ise Allah’ın gazabına uğrar.
Belâya uğrama günahtan arınma ve manen
yükselme vesilesidir. Öyle günahlar vardır ki ancak belâya sabretmekle silinir.
Hz. Âişe, Hz. Peygamber’den daha şiddetli ağrılara maruz kalan birini
görmediğini söyler. Hastalığa mübtelâ olan müminin günahları affa uğrar.
Belâ, huzur ve selamet manasına
gelen afiyetin karşılığı olarak kullanılmıştır. Bir hadise göre afiyette
olanlar, belâ ehline ahirette verilen sevabın çokluğunu görünce, “keşke dünyada
iken derimiz makasla doğransaydı” diyecek ve ahiretteki haline imreneceklerdir.
Bununla birlikte Allah’tan afiyet dilemek, belâda olanlara merhamet etmek,
afiyette olanların da hamdetmeleri gerekir. Hz. Peygamber: “Takat getirilemeyen
belâlara kendinizi maruz bırakarak zelil olmayın” buyurmuş ve dayanılmaz
belâlardan Allah’a sığınmıştır.
Mutarrif b. Şıhhîr belâda sabır halinde
olmayı, afiyette şükür halinde olmaya tercih ederken, diğer bazıları afiyette
şükretmeyi belâda sabretmeye tercih etmişlerdir. Gazali, avam için belâya
sabretmenin nimete şükretmekten daha faydalı olduğunu belirtmekteyse de aslında
insanların her iki durumda takınacakları tavra, niyet ve amellerine göre belâya
sabretmenin veya nimete şükretmenin daha değerli olabileceğini düşünür. Ona
göre sabır ve şükür iç içedir. Çünkü dinî ve ahlâkî açıdan her nimet bir belâ,
her belâ da bir bakıma nimettir. Dolayısıyla kemal sahibi bir insan aynı
şartlar altında hem sabredici hem de şükredicidir.
Sûfîlere göre belâ da afiyet de
Allah’tandır. Allah hangisini münasip görürse insan onu gönül hoşluğu ile
kabullenerek hakkında hayırlısının o olduğuna inanmalıdır. Allah’ın kahrını da
lütfunu da hoş karşılayan, cefada da safada da rıza halinden ayrılmayan sûfîler
belâda “mübtelî”yi yani belâyı veren Allah’ı görürler. Belânın sonuçlarını ve
karşılığını düşünerek teselli bulur, belânın acısını hissetmezler. Sevgiliyi
temaşa ederken belânın ıstırabını unuturlar. Cüneyd-i Bağdâdî’ye göre belâ
âriflerin yolunu aydınlatan bir meşale, müridler için uyanış, gafiller için
helâk olma sebebidir. İlâhî aşk ve muhabbeti esas alan mutasavvıflar en büyük
dert ve belâ olarak aşkı görür. Fakat âşık mâşuku için her türlü acıya ve
sıkıntıya severek katlanır, hatta bundan manevî bir haz duyar.
Allah uğradığı belada kazananlardan
eylesin inşallah.