Türkiye’de yaşayan halklar
olarak, 14 Mayıs’ta yapılacak seçim sonucunda, Cumhur veya Millet ittifakı
seçeneklerinden birini tercih edeceğiz. Aslında topluma idareci olmak büyük bir
yükümlülük ve sonraki icraatlardan dolayı da vebal gerektiren bir durumdur. Hem
seçenler hem de seçilenler, bahsettiğimiz yükümlülük ve vebalin altındadırlar.
İslam’ın ve dahi insanlığın altın devrinde, Resulullah (sav)’in vefatından
sonra Halife unvanıyla göreve başlayan Hz. Ebubekir (ra)’ın yaptığı şu konuşma,
iktidarı devam ettirecek veya devralacaklar için dikkat çekicidir: “Ey
Müslümanlar, sizin en hayırlınız olmadığım halde başınıza halife seçilmiş
bulunuyorum. Şayet size hizmet edebilirsem, bana yardımcı olunuz. Hizmette
kusur edersem, beni uyarınız. Şuna da işaret etmek isterim ki sizin
kuvvetliniz, zayıfın hakkını güçlüden aldığı ölçüde kuvvetlidir.”
İdareye ehil olanları getirme hususunda, Resulullah (sav)’ın hassasiyeti tarih
kitaplarında kayıtlıdır. Ehil olmayanları iş başına getirmeyi, Peygamberimiz
kıyametin alameti saymıştır: Ebû Hüreyre (ra)’ın naklettiğine göre, Resûlullah
(sav), bir bedevînin kıyametin ne zaman kopacağını sorması üzerine şöyle
buyurdu: “Emanet zayi edildiği vakit kıyameti bekle.” Bunun üzerine
bedevî, “Emanetin zayi edilmesi nasıl olur ya Resûlallah?” diye
sorunca, Hz. Peygamber, “Yönetim, ehli olmayan kimseye verildiğinde
kıyameti bekle.” diye buyurdu. (Buhârî)
Efendimiz, adalet söz konusu olduğunda kılı kırk yarar ve haklıya hakkını,
haksıza cezasını vermede tereddüt göstermezdi. Hz. Âişe’den nakledildiğine
göre; Kureyş kabilesinden bir grup, hırsızlık yapan bir kadını affetmesi için
aracı olmuşlardı. Bunun üzerine Resûlullah (sav) ayağa kalkarak hutbe
okudu: “Sizden önceki insanların helâk olmalarının sebebi, aralarında
ileri gelen kimseler hırsızlık yapınca suçun cezasını vermeyip, zayıf kimseler
hırsızlık yapınca ceza uygulamalarıdır. Bu canı bu tende tutan Allah’a yemin
ederim ki Muhammed’in kızı Fâtıma hırsızlık yapsa, onun da elini keserdim.
(Müslim)
İslam’ın o altın devrindeki adalet ile ilgili uygulamalarının her birisi, birer
numune teşkil ederler. Örneğin; herhangi bir konuda, sade bir vatandaş
halifeden şikâyetçi olduğunda bunu yargıya götürürdü. İslami devirlerin hâkimleri
bağımsız bir şekilde görevlerini yerine getirirlerdi. Hâkimler kendilerini
atayan halifeyi dahi mahkemeye çağırıp, sanık veya müşteki olarak
yargılayabiliyorlardı. Devletin başı olan Halife, hâkimin karşısına çıkar
muhakeme edilir ve hakkında olumlu veya olumsuz bir karar verilirdi. Halifeler
de herkes gibi mahkemede savunmalarını verirlerdi. Hatta hâkimlerin kendilerine
hitap ederken bile ayrıcalıklı unvanlar kullanmalarını men ederlerdi. Bu
şekildeki hitaplara karşı hâkimi uyarırlardı.
Örneğin; Ubeyy b. Ka’b isimli
bir kişi, Halife Ömer bin Hattab aleyhine dava açtığında, Kâdı Zeyd b. Sâbit
idi. Kendisine saygılı bir eda takınan Kadı’ya Halifenin verdiği tepki,
yargının bağımsızlığı anlamında en güzel örneklerden biridir. Halife Ömer,
davalı sıfatıyla mahkemeye gitmiş, Zeyd, Hz. Ömer’e karşı hürmetkâr bir tutum
aldığında: “Taraf tutmanın ilk belirtisi budur” diyerek uyarıda bulunma
ihtiyacı hissetmişti. Halife, Ubeyy b. Kâ’b ile yan yana oturmuş, Ubeyy
davasını anlatmasına rağmen bir delil ortaya koyamamıştı. Hz. Ömer, aleyhindeki
iddiayı kabul etmeyince, Ubeyy, Hz. Ömer’in yemin etmesini istemişti. Zeyd b.
Sâbit, Hz. Ömer’in halife olmasından dolayı Ubeyy’den bu talebi geri almasını
istemişti. Zeyd’in bu tavrına kızan Hz. Ömer: “Senin huzurunda halkın herhangi
bir ferdi ile Ömer eşit olmazsa hiçbir zaman hâkimliğe lâyık olamazsın.”
demişti.
Meşhur Kadı Şüreyh’in verdiği
kararlar, günümüz hukukçuları için hayli ilgi çekicidir. Örneğin; halifeliği
döneminde Hz. Ali’nin mahkemeye başvurarak açtığı bir davada, şahit olarak oğlu
Hasan’ı göstermesini kabul etmemiş, başka şahit istemişti. Hz. Ali,
Peygamberimizin; “Hasan ve Hüseyin cennetteki gençlerin efendisidir” hadisini
hatırlatmış ama Kadı’yı ikna edememişti.
Demem o ki vebal ağır,
yükümlülük hayli fazladır.
Çuvaldız ve iğneyi hatırlatmama gerek yok sanırım.