Dünya, güçlülerin askeri zorbalığıyla şekilleniyor. Kurdukları düzen adeta bir haydut sistemi gibi işliyor. BM, UCM gibi kuruluşlara kendileri uymasa da bu kurumları bize karşı bir baskı aracı olarak kullanıyorlar. Biz ise kendi zayıflığımızla yüzleşip çözüm üretmek yerine hâlâ birbirimizle didişiyoruz
1967 yılının Haziran ayında, işgalci israil sadece altı gün içinde altı Arap devletini mağlup ederek bölgedeki dengeleri kökten değiştirmişti. Bu kısa ama yıkıcı savaşta, 20 binden fazla Müslüman hayatını kaybetti. Suriye, Mısır ve Ürdün'ün askeri güçleri büyük bir yenilgiye uğradı ve israile boyun eğmek zorunda kaldı.
İşgalci israil, Kudüs dâhil olmak üzere Gazze Şeridi, Sina Yarımadası ve Golan Tepeleri’ni işgal ederek, topraklarını altı günde dört kat büyüttü. Bu savaş yalnızca askeri değil, siyasi ve insani boyutlarıyla da tarihe kara bir sayfa olarak geçti.
1967’deki Altı Gün Savaşı’yla bugünü kıyasladığımızda, aradan geçen yıllara rağmen, Haziran ayları hâlâ bölge için kritik dönemler olmaya devam ediyor.
Yine bir Haziran ayında işgalci israilin saldırısıyla başlayan çatışmalar bu kez 12 gün sürdü. İşgalci israilin bu saldırıda üç temel hedefi vardı: İran’ın nükleer programını tamamen sonlandırmak ve zenginleştirme faaliyetlerini durdurmak; balistik füze geliştirme kapasitesini ortadan kaldırmak ve ilk saldırı dalgasıyla İran’daki İslami yönetime son vererek, yeniden Şah benzeri bir rejim kurmak, nihayetinde ise ülkenin parçalanmasını sağlamak.
Ancak bu hedeflerin hiçbiri istenildiği gibi sonuçlanmadı. İran nükleer kapasitesini korudu ve sadece bazı sınırlı maddi zararlar yaşandı. Balistik füze envanteri neredeyse tamamen test edildi ve bu füzelerin işgalci israil için ne derece yıkıcı olabileceği de net biçimde ortaya çıktı. Ayrıca, İran'ın sahip olduğu silah teknolojisinin sınırlarının tam olarak bilinmemesi, israil cephesinde derin bir kuşku ve tedirginlik yarattı.
Saldırılar halk üzerinde beklenenin aksine, muhalif gruplar da dahil olmak üzere toplum, İran yönetiminin etrafında kenetlendi. İşgalci israille iş birliği yapan unsurlar ise toplumda güven kaybına uğradı. Böylece 12 günün sonunda, işgalci israilin bu operasyonlardan Altı Gün Savaşı'ndaki başarısının yüzde birini bile elde edemediği gibi üstelik israil, kendi tarihinde ilk kez ciddi bir yıkımla karşı karşıya kaldı. Bu gelişmeler, bölge ülkelerinde işgalci israilin zayıflatılabileceği inancını güçlendirdi. Ayrıca İran’ın tek başına bu ölçekte karşılık verebildiğinin görülmesi, Müslüman ülkeler birleştiğinde işgalci israile karşı oluşabilecek gücün ne denli büyük olacağını da gözler önüne serdi. Gazze’deki soykırımı durdurmanın güç dışında alternatif bir yolu kalmadığını da tüm taraflar acı biçimde fark etmiş oldu. Bir devlet bile tek başına işgalci israili dize getirebilmişken birleşme halindeki gücünü düşünmek bile istemezler.
Müslümanlar arasındaki ihtilaflar; kan dökerek, savaşarak ya da şiddete başvurarak değil, hak ve adaleti temel alan bir anlayışla, Kur’an ve sünnetin rehberliğinde çözülmelidir. Dışarıdan, özellikle de siyonist güçlerden gelen tehditlere karşı ise tüm İslam ülkeleri tek bilek, tek yürek olmalı; birlikte hareket etmelidir. Bu birlik ruhuyla, herhangi bir İslam ülkesine yapılan bir saldırının tüm İslam dünyasına yapılmış sayılacağı bir savunma anlaşması geliştirilmelidir. İran, Sünni İslam dünyasına güven verecek adımlar atmalı, geçmişte yaşananların geri dönüşü olmasa da, telafi edecek yapıcı girişimlerde bulunmalıdır. Sünni dünya da, kışkırtmalara karşı dikkatli davranmalıdır.
Bunu yapar isek şer gördüğümüz işlerin hayra inkılap ettiğini göreceğiz. Görelim Mevla’m neyler, neylerse güzel eyler.