İki subayın kollarında ağır ağır
mahkeme salonuna getirildi Seyyid Kutup. Mahkeme salonunun ortasına kurulmuş
demir bir kafesin içine konuldu. Demir kafeste başka mahkûmlar da vardı. Hepsi
de Müslüman Kardeşler mensubuydular. İçlerinde iki idamlık da vardı. Muhammed
yusuf Havvaş ve Abdulfettah İsmail… Tek suçları vardı bu insanların. Filistin
işgalcisi İsrail’le savaşmak ve ülkelerinin, Mısır’ın batı sömürgesinden
kurtarılarak özgür, bağımsız, adil, İslami bir devlete dönüşmesi…
Yorgundu
Seyyid Kutup. Ayakta duramıyordu. Sararmış, solmuş, hastalıklı bir görünüşü
vardı. Nasıl olmasın ki? Tam on beş yıl zindanda kalmıştı. On beş yıl boyunca
görmediği işkence, uğramadığı zulüm kalmamıştı. Ve son tutuklanışı; aylardır o
ve arkadaşları sorgu altındaydılar. Aylardır işkence görüyordu Seyyid. Aylardır
buz gibi hücrelerde, aç ve susuz, uykuya hasret ve her an işkencelere götürülme
kaygısıyla yaşıyordu. Bu korkunç işkence ve baskılara dayanamayan ufak tefek
vücudu bin bir hastalığın kıskacında yaşam mücadelesi veriyordu. Zayıf bünyesi
ve cılız vücuduna rağmen gösterdiği destansı direniş düşmanları arasında bile
büyük bir hayranlık uyandırmıştı.
Evet,
yorgundu büyük düşünür Seyyid. Yorgun ve hastaydı. Ama yorgunluğunu da
hastalığını da, hatta mahkemeyi de umursadığı yoktu. Gülümseyerek bakıyordu
etrafına. Sakin, huzurlu, kararlı, parlak bir yüz ifadesiyle mahkeme heyetinin
kararını bekliyordu. Mahkemedeki son duruşmasıydı onun. Karar günüydü. Herkeste
büyük bir heyecan vardı. Dostlarında da, düşmanlarında da… Heyecanlı olmayan
tek kişi oydu.
Baş
yargıç ayağa kalkıp kararı okumaya başlayınca mahkeme salonu derin bir
sessizliğe gömüldü. Mahkeme Seyyid ve
iki arkadaşı için idam hükmü vermişti. İdam hükmünü duyan demir kafesin
ardındaki tutuklular tekbir getirmeye başladılar. Mahkeme salonu tekbirlerle
sarsılıyordu. O esnada tüm gözler Seyyid ve iki arkadaşına, Muhammed yusuf
Havvaş ile Abdulfettah İsmail’e çevrilmişti. Seyyid’le iki dava kardeşi ise
gülümsüyorlardı. Dünyada duyabilecekleri en mutlu haberi duymuşlar gibi
gülümsüyorlardı. Yüzleri bir nur
deryasına batmıştı adeta.
Derin,
ürkütücü bir sessizlik içinde tutsak Müslümanları mahkeme salonundan çıkarıp
zindan arabalarına bindirdiler. Seyyid’i zindandan mahkemeye getirip götürmekle
görevli subay, Seyyid’in sükûnet ve tebessümü karşısında ağlamaya başladı. Seyyid, göz pınarlarından yanaklarına doğru
süzülen gözyaşlarını gizlemeye gerek görmeden, sararmış bir yüzle ağlayan
subaya gülümsedi.
-----
Neden ağlıyorsun kardeşim? Dedi.
Genç
subay derin bir iç çekti. Sarsılmış bir tavırla:
-----
Keşke sizi tanımasaydım! Diye konuştu. Ama uzun aylardır mahkemeye sizi ben
götürüp getiriyorum. Siz o kadar değerli ve üstün ahlaklı bir insansınız ki
sizinle tanışıp da sizi sevmemek mümkün mü? Siz idamı hak edecek bir adam
değilsiniz. Bu ülke için, Mısır toplumu için bir değersiniz siz. Haksız yere
ölecek olmanız beni kahrediyor!
-----
Ama ben çok sevinçliyim! Diye genç subaya karşılık verdi Seyyid. Allah’a hamd ediyorum! O’na kavuşmayı çok
özlemiştim! On beş yıllık bir cihad ve mücadeleden sonra bana bu makamı,
şehadet makamını layık gördüğü için Rabbime şükürler olsun! O yüce sahibe
kavuşacağım için çok mutluyum!
Sayılı
günler çabuk bitermiş. Seyyid kutup için de zindan arkadaşlarıyla geçirdiği
günler adeta bir rüya gibi gelip geçti. İdama birkaç gün kala onu tek hücreye
koydular. Akıllarınca onu cezalandırıyorlardı. Seyyid yalnızlığı canına nimet
bildi. Son günlerini Rabbiyle baş başa geçirmenin derin hazzını tattı.
İdamın
gerçekleşeceği gece, aynı zindanda tutuklu bulunan bacısı Hamide’yi ona
gönderdiler. Hamide Kutup’un vasıtasıyla devlet başkanı Nasır’dan özür dilerse
affedileceği mesajını illettiler ona. Çünkü dışarıda kıyametler kopuyordu.
Büyük İslam düşünürü, büyük mücahit, müfessir Seyyid Kutup’un zalim Mısır
yönetimi tarafından idama mahkûm edilmesi İslam âlemini, Müslüman aydınları ve
cemaatleri ayağa kaldırmıştı. Dünyanın her yerinde Mısır diktatörlüğünü
protesto yürüyüşleri yapılıyor, Mısır elçiliklerinin önüne siyah çelenkler
bırakılıyor, Mısır’a sert notalar veriliyordu. Geri adım atmayı gururuna
yedirmeyen Firavni yönetim Seyyid’le uzlaşma yolları arıyordu. Seyyid’ten
formalite icabı bile olsa bir özür alıp onu serbest bırakmak istiyordu.
Zifiri
karanlık hücresinde Rabbiyle halvet halinde olan ve O’na kavuşacağı anı
sabırsızlıkla bekleyen Seyyid, tağuttan özür talebini duyunca önce gülümsedi.
Sonra bacısı Hamide’nin vasıtasıyla tarihe geçecek şu cevabı verdi özür
beklentisi içindeki diktatör Cemal Abdulnasır’a:
-----
Eğer bu karar haksa ve ben idamı hak ediyorsam, hakkın karşısında duramam! Yok,
eğer zulme uğruyorsam ve haksız yere öldürülüyorsam; zalimlerden özür
dileyecek, onlardan merhamet dilenecek kadar alçalamam! Ben onlardan üstünüm!
Ben hak, onlar ise batıl yoldalar. Allah benim ve bütün mazlumların hakkını
elbette onlardan alacaktır!
Sabaha
doğru Seyyid’i hücresinden çıkardılar. Başgardiyan nazik bir sesle:
-----
Sizi başka bir hapishaneye nakledeceğiz efendim! Dedi.
Seyyid
gülümsedi. Mahcubiyet içinde, suçlu tavırlarla önlerine bakan gardiyan ve
subaylara:
----- Hayır! Diye karşılık verdi. Hayır, bilakis cennetlere ve ırmaklara, sadıklara mahsus yüce bir meclise ve sonsuz kudret sahibi bir hükümdarın yanına( kamer 54-55)