Penceredeki çiçekler kurumuş.
Kapının dibindeki incir ölçüsüz ve biçimsiz; toz toprak içinde. Kediler ürkek
ve hırçın. Kaçıp uzaktan bakıyorlar. Açık pencerelerden dışarıya sarkmış
beyazdan griye dönmüş kirli perdeler bir teslimiyet bayrağı edasında
dalgalanıyor.
İnsan sesinin kahredici sessizliği etrafı sarmış… Duymak istiyorsunuz işte.
Bağırıp çağırsa bile; küfredip kovsa bile. İnsanın insana raptı işte.
Sokağın sonunda bir karartı
mı belirdi? Kesişen sokağa girdi. Yetişmeliyim. Hızlıca varıp bakındım nafile.
Yanılmışımdır. Fotoğraf makinasıyla bir İskandinav çift göründü. Benim dışımda
her şeyi çekiyorlar. Hiç ilgilerini çekmedim. Yokmuşum gibi... Oysa sokağın tek
insanı olmanın gururuyla yaklaşmıştım. Hatta onlara yardımcı olacaktım. Ben mi
yabancı onlar mı?
“Bu uyku sizi öldürür” diye
bağırarak söylenen dedeler de mi kalmamış? Ya da ağrı ve sızısına söylenen
neneler… Hiç ses yok, hiç uyanık yok işte. Gelmeyeli çok olmuş demek ki.
Kapılardaki taş oturaklar oldukça kirli. Çok zamandır oturulmamıştır. Otursam
mı? Ya densizin biri çıkıp söylense. Eskiden oturdun mu bu taşa su ikram
edilirdi kapının arkasından uzanan mahrem ve muhterem bir el tarafından. Gözüne
gözünüz değemezdi asla.
Siyah taş duvarlara oyulmuş
pencereye asılmış çamaşırlar kuruyalı asırlar olmuş gibi. Hatıraların hatırına
sabredip duruyorlar işte. Bu netameden çıkmalı… Kasvet, hasret, korku,
keder… Birbirine kenetlenmiş sokaklardan hızlıca ilerledim. İnsana çıkmalı
yolum. Mahşeri bir uğultunun ilk sesini duyar gibi oldum. Yanılıyorumdur!
Evham işte. Serap gibi. “İnsan serabı”. Şuracıkta yığınlar var; koşarsınız
onlar yaklaştığınız kadar uzaklaşır. Yetişemezsiniz “insana”. Mesafeniz,
gönlünüze mahkum gözünüzün yanılgısı kadardır.
Evet evet! Şehrin uğultusu
bu! Ben sese koştukça ses yaklaşıyor ve çoğalıyor. Beni bekliyorlardır. Son
sokağın bitimine vardığımda şehrin insan seli çarşı pazara yığılmış gibi.
Meydanlar hınca hınç insan dolmuş. Uzaktan bir renk cümbüşü insanlar. Yığın
yığın… Genç-yaşlı, siyah-beyaz, giyinik-çıplak… girenler, çıkanlar,
koşturanlar… Hatta sadece avret mahalli insan gerisi maymundan nisyan… Sihliden
İskandinavlıya; siyahtan beyaza… Tamam İşte buldum! Bütün insanlık burada.
Demin sokakta hasretini çektiğim insan…
Peri masalı ülkesine
düşmüştüm. Büyülendim. Herkes ve her şey vardı. Önce esmer tenliye yöneldim.
Hayretimi ifade edecektim. Meczupmuşum gibi uzaklaştı benden. Sarıya koştum
hırsız sanıp eşyasını korudu. Beyaz bakmadı bile. Ne kadar yalancı ve yabancı
hissettim. Bir kadının merhametine sığınmak istedim. Art niyete yazdı. Aktara
yöneldim, bir avuç kuru incirle def etti beni. Aydınlatma direğinin dibine
sinmiş üstü başı yırtık, saçı sakalı karışmış adama yöneldim. Kirden göz
bebekleri görünüyordu sadece; “git başımdan deli” diye azarladı beni.
Birbirine nazire yapan
şehrin meydanlarından birinden diğerine koşturdum deli divane. Soru soracaktım
sadece. Belki de bir adres. Öyle ya ne evimi hatırlıyorum ne de ne de
çocuklarımı. Sakalına güvenip yöneldim “la hevle” çekip sırtını döndü.
Kravatlısı karakolu gösterdi. Batılısı “no, no!” çekti. Doğulusu “ya, ya!”
deyip elindeki dürümüne abandı.
O kadar bunaldım ki… Yığınlar içinde yapayalnız ve yabancı… Sırtımı hepsine dönüp olabildiğince hızla koşmaya başladım. Sokağın girişini de kaybetmiştim. Ufuksuz bir düzlükte uzaklaşıyordum. Arkamdan bir ağızdan bağırıyorlardı; “dön, düşersin şehrin bittiği yer orası!”. Kim döndürebilirdi ki beni. Önüme bakmadan koşuyordum; ölesiye. Ve şehrin bittiği yere varıp düştüm. Sonsuz bir boşlukta yuvarlanmanın korkusu şehirden düşmenin sevincine karışmış halde…