Bir insan düşünün, sizin gibi bir
insan, sizin her gün gezdiğiniz, tozduğunuz sokaklarda, caddelerde o da gezip
tozuyor. Sürekli çarşıda, pazarda karşılaşıyorsunuz. O da sizin gibi yiyor,
içiyor, yatıyor, gülüyor, ağlıyor, seviniyor, öfkeleniyor, mutlu oluyor…
Sevinçleri, kederleri, acıları, arzuları, hevesleri, hayalleri, umutları,
projeleri, idealleri var… Sonra birden her şey bitiyor. Daha düne kadar konuşup
sohbet ettiğiniz bu insan taştan, tahtadan farksız bir varlığa dönüşüyor ve
gidip onu toprağa gömüyorsunuz. Bir çukur kazıyorsunuz ve onu o karanlık çukura
koyup geri dönüyorsunuz.
Her gün, her Allah’ın günü
dolaştığınız sokak ve caddelerde, oturduğunuz şehirde, kasabada, köyde,
mahallede böyle onlarca insan; erkek, kadın, genç, yaşlı, çocuk, her yaştan ve
her meslekten insan, zengin, fakir ayırımı olmadan aynı kadere uğruyor. Birden
dünyayla, hayatla ilişiği kesiliyor ve sanki hiç yaşamamış gibi oluyor.
Ve hepimiz görüyoruz bu acı
gerçeği; ben görüyorum, sen görüyorsun, o görüyor ama hiçbir şey olmamış gibi
yaşamaya devam ediyoruz. Bir gün sıranın bize geleceğini bildiğimiz halde
vurdumduymaz, ilgisiz bir ruh hali içinde er geç bizi tutup fırlatacak,
kendisinden uzaklaştıracak dünyaya, dünya hayatına sonsuzmuşçasına dört elle sarılıyoruz.
Tüm arzularımızı, hayallerimizi, emellerimizi bu hayata göre programlıyoruz.
Her gün bizi bırakıp giden
sevdiklerimizin, dostlarımızın, akrabalarımızın, yakınlarımızın nereye
gittiklerini, ölümden sonraki hayatı, ölümden sonra başımıza nelerin geleceğini,
nelerle karşılaşacağımızı hiç düşünmüyor, merak etmiyoruz. Tenha bir sokaktan,
evde yalnız kalmaktan, karanlıktan, bir köpek havlamasından korkan, küçük bir
sinek ısırığından ürken, bir iğnenin verdiği acıya tahammül edemeyen bizler
önümüzdeki korkunç belirsizliğe aldırmıyoruz, nelerle karşılaşacağımızı
umursamıyoruz.
Kimim ben? Gerçekten ben kimim
diye düşünmüyoruz. Nerden geldim, nasıl geldim, niçin geldim, kim beni
gönderdi? Nereye gideceğim, nelerle karşılaşacağız? Ben kimim? Tesadüfün eseri
miyim? Tesadüfen mi var oldum ve ölünce yok olup gidecek miyim?
Tesadüfün eseri değilsem, küçük
bir kâinat hükmünde olan ben, her şeyiyle bir mucize olan bedenim ve varlığım
bir sahibin, bir sanatkârın eseriyse, yaratıldıysam, beni yaratan niçin
gönderdi beni bu dünyaya? Bu kadar mükemmel, mucizevi bir yaratılış altmış
yetmiş yıl için mi?
Kimim ben? Beni yaratan ne için
gönderdi beni? Benden ne istiyor? Ne yapmam gerekiyor? Nereye gideceğim? Nerden
geldim ve nereye gideceğim? Beni ne bekliyor?
Ah! Her gün onlarca insan hiç
olmamışlar, yaşamamışlar gibi toprağa karışırken, ölüm bir avcı gibi birer
birer sevdiklerimizi, dostlarımızı alıp götürürken ve her an sıranın bize
gelmesi mümkünken hiçbir şey yokmuş gibi yaşamak ne acı! Yaratılışımız,
yaratılış gayemiz, ölüm sonrası hayatımız üzerinde düşünmemek, kafa yormamak,
endişelenmemek ne büyük bir gaflet? Ne büyük bir cehalet?