Önümüzdeki hafta perşembe günü mübarek
Ramazan ayına erişeceğiz inşallah. Mübarek Ramazan ayı oruç, teravih, sahur,
Kur’an, zikir ve ibadet ayı olmak ile birlikte aynı zamanda genelde malların
hesaplanarak zekatının çıkarıldığı ve bedenin sadakası olan fıtır sadakasının
çıkarılıp hak sahiplerine ulaştırıldığı bir aydır.
Allah Kur’an-ı Kerim’de zekâtı, namaz ile
birlikte zikretmiştir. Namazın ikamesi ne kadar önemli ise zekâtın da
zenginlerden alınıp hak sahiplerine ulaştırılması o kadar önemlidir. Çünkü Allah’ın
Rasûlü (s.a.s.), İslam’ın beş temel esas üzerine kurulduğunu buyurmuştur. Bu
beş temel esastan birisi de zekattır.
Zekâtın alınıp hak sahiplerine verilmesi,
İslam’ın beş esasından birisini yerine getirmektir. Yerine getirmemek esasın
birisini yıkmaktır. Ya da eksik bırakmaktır.
Zekât, hicretin ikinci yılı Ramazan
ayından önce farz kılınmıştır. Farz kılınmasından sonra Allah Rasûlü (s.a.s.)
onu zenginlerden toplatmış ve hak sahiplerine ulaştırmıştır. Sahabe, malının
zekâtını getirip mescidin bir köşesine boşaltmış. Bilal (r.a.) gibi sahabeler
bekçiliğini yapmış. Nice sahabe bir zekât memuru olarak çalışmıştır ve nice
sahabe zekâtın toplanması için zekât memuru olarak görevlendirilmiştir. Muaz
İbn Cebel (r.a.), Hz. Ali (r.a.) ve Ubeyde İbn Cerrah (r.a.) sadece bunlardan
bazılarıdır.
Necid bölgesinden gelip Müslüman olan
kimi Hıristiyanlar, Allah Rasûlü’nden (s.a.s.) Müslüman olanların zekâtını,
Hristiyan olanların ise cizyelerini toplamak üzere emin birisini istediler.
Allah Rasûlü (s.a.s.): “Ben yarın öğle namazında, ümmetimin en eminini size
tayin edeceğim” buyurdu. Öğle namazı olduğunda birçok sahabe bu görevin
kendilerine verilmesini ve ümmetin en emini olarak vasıflandırılmalarını arzu
ettiler. Hz. Ömer de (r.a.) bunlardan biri idi. Fakat öğle namazı olduğunda
Allah Rasûlü (s.a.s.) Ubeyde İbn Cerrah’ı çağırdı ve:“Her bir ümmetin bir emini
vardır. Benim ümmetimin emini de Ubeyde’dir” buyurdu. Bu şekilde Allah Rasûlü
(s.a.s.) ümmetinin en eminini zekât memuru olarak vazifelendiriyordu. Bu zekât
memuru, Hz. Ömer’in İslam ordularının baş kumandanı olarak tayin ettiği ve eğer
Salim veya Ubeyde’den biri sağ olsaydı, yerime tayin ederdim dediği kişidir.
Zekâtı alıp hak sahiplerine ulaştırmada
üşengeç davranıp, utanıp sıkılan her bir Müslüman Hz. Muaz (r.a.), Hz. Ali
(r.a.) ve Hz. Ubeyde (r.a.) gibi sahabeyi kendisine örnek almalıdır. Bu işin
İslam’ın beş esasından birisinin ikamesi olduğunu bilmelidir.
Bir Müslüman’ın zekât verecek malı
olmayabilir. Fakat malı olup zekatını veren kişi gibi hayır hasenat alabilir.
Çünkü Hz. Peygamber (s.a.s.): “Hayra vesile olan hayrı yapmış gibidir”
buyuruyor. Zengin olan bir kişiye gidip zekâtın önem ve ehemmiyetini
anlattıktan sonra onun zekatının ödenmesine vesile olmak, vesile olan kişiye o
zengin kişi kadar hayır kazandırır. Bu zekât hak eden sınıflara ulaştığı zaman
onların o ihtiyaçlarını görmüş olmanın, onları darlık ve sıkıntıdan kurtarmanın
ayrıca bir hayır ve hasenatı vardır.
Bu vesileyle Müslüman malının zekâtı
varsa vermekle mükellef olduğu gibi zekâtı verilmesi hususunda da
yükümlülüğünün olduğunu bilmelidir. Çünkü Allah (c.c.) kâfir ve münafıklardan
bahsederken: “Onlar fakiri doyurmaya teşvik etmezler” (Maun, 107/3.) buyuruyor.
Müslümanın ise böyle bir hali olamaz.
Müslümanlar darlık ve sıkıntı içerinde
iken, aç ve açıkta iken, diğer Müslümanların benim malımın zekâtı yok, öyleyse
benim zekât ile işim olmaz, deme lüksü yoktur. Bir Müslümanın malı yoksa da
fakiri, yoksulu, yetimi ve benzeri zekâta müstahak olanların, ihtiyaç
içerisinde olanların ihtiyaçlarını giderme noktasında bir uğraş içerisinde
olması gerekir.
Mevla’m İslam’ın beş esasını ikame etmek
için mücadele verenlerden eylesin inşallah.