Ev, derin bir sessizliğe
gömülmüştü. Sonbahardı. Kara kara bulutlar dolaşıyordu gökyüzünde; ıslak,
yağmur yüklü bulutlar… Ürkütücü bir loşluğun kapladığı odalarda hiç kimse
yoktu. Ev sakinleri bir ay önce toprağa verdikleri oğullarının mezarını
ziyarete gitmişlerdi.
Bu ev bir aydır mateme
bürünmüştü. Bir aydır bu evde yemek pişmiyordu. Özellikle kadınların, kızların
ağlayışları, hüzünleri bir türlü dinmiyordu.
Sessizliğe gömülmüş loş,
karanlık odalarda belli belirsiz, mırıltı halinde bir Kûr’an sesi
yankılanıyordu. Karalara bürünmüş evin genç kızı bir köşede diz çökmüş,
ağlayarak Kûr’an okuyordu. Genç kız ev halkıyla birlikte mezarlığa gitmemiş,
evde kalıp Kûr’an okumayı tercih etmişti.
Kaybettiği ağabeyini çok
seviyordu genç kız. Onun yokluğuna, ayrılığına dayanamıyordu. Bir aydır fırsat
buldukça tenhalara çekiliyor, gözyaşları içinde Allah’ın kelamına sığınıyordu.
Teselliyi onda buluyordu.
Ağabeyi onlar için her şeydi.
Evin neşe kaynağıydı. Güzel ahlakı, tatlı dili, ışık saçan güleç yüzü ile
oturduğu her yerde kendisiyle beraber bir mutluluk rüzgârı estirirdi. Silvan
ilçesinde onu sevmeyen, saygıyla ondan bahsetmeyen bir Allah’ın kulu yoktu. Ev
sakinlerinin İslam’la tanışması da ağabeyinin sayesinde olmuştu. Kendisi daha
önceleri Allah’ı bilmeyen, sıradan bir kızdı. Ağabeyinin telkinleriyle Allah’ı
tanımış, aziz İslam’a kucak açmıştı.
Genç kız bütün bunları düşününce
daha çok üzüldü. Gözyaşlarına boğuldu. Kûr’an’ı daha bir içten, daha bir yanık
okumaya başladı.
----- Ağabey! Diye mırıldandı
kendi kendine. Bu kadar erken ne diye gittin? Sana doyamadan, seninle Allah’ı
daha yeni bulmuşken… Şimdi kim bana öğretmenlik yapacak, kim bana gece
yarılarına kadar İslam’ı, Allah’ı anlatacak? Biliyorum… Senin yerin çok güzel!
Binlerce, on binlerce şehidin kanlarıyla sulanmış; yüzlerce, binlerce âlim,
veli yetiştirmiş; asırlarca Kûr’an medeniyetine beşiklik yapmış cennet
yurdumuzu, sevgili vatanımızı Batılı kâfirlerin pis ideolojilerine peşkeş
çekmek isteyen laik ırkçılar sana tahammül edemediler. Sana haince pusu kurup
kanını döktüler! Biliyorum… İlk damla kanın dökülür dökülmez cennetteki yerini
gördün ve hemen uçup oraya gittin. Sana gıpta ediyorum! Ama yine de sensiz
yapamıyorum… Keşke biraz daha kalsaydın!
Genç kız bir taraftan gözyaşları
içinde Kûr’an okur, diğer taraftan da derin düşüncelere dalmışken dış kapıdan
kendisine doğru gelen hafif ayak sesleriyle irkildi. Ürpererek gözlerini sesin
geldiği tarafa dikti. Dış kapı içerden kilitliydi. Ayrıca kapının açılma sesini
de duymamıştı. Kim olabilirdi acaba?
Genç kız bütün dikkatiyle
yaklaşan ayak seslerine kulak kabarttı. Ağabeyinin yürüyüşüne ne kadar da çok
benziyordu. Birden yüzü sapsarı kesildi. Korkuyla açık Kûr’an’ı göğsüne
bastırdı. Allah’a sığındı. Loş, yarı karanlığa bürünmüş, derin bir sessizlik
içindeki odasına göz gezdirdi. Sonra buruk bir tebessüm yayıldı yüzüne. Güldü.
Ağabeyinin ne işi vardı burada. Şu an nazik bedeni toprağın altında upuzun
yatıyordu. Ruhu ise cennet-i âlâda idi. Lakin kalbine söz geçiremiyordu. Bütün
duyguları ayaklanmıştı. Gittikçe ona yaklaşan ayak seslerinin olağanüstü bir
olayın habercisi olabileceğini hissediyordu.
Karmaşık duygular içinde
bocalayan genç kız korkuyla gözlerini kapattı. Ayak sesleri kesilmişti. Kimse
oda kapısını açmamıştı. Ayak seslerini duyması bir yanılgı mıydı acaba? Ona mı
öyle gelmişti. Genç kızın ürpertisi giderek artıyordu. Sanki odada birileri
vardı.
Genç kız ne olacaksa olsun diye
düşünüp birden gözlerini açtı. Gözlerini açmasıyla donup kalması bir oldu. Tam
karşısında ağabeyi duruyordu. Gülümseyerek ona bakıyordu. O kadar tatlı, o
kadar sevecen bakıyordu ki… Yüzü, bedeni adeta bir nur denizi içinde yüzüyordu.
Vücudundan etrafa yayılan ışık odayı aydınlatmıştı. Konuşmuyordu. Sadece
gülümseyerek kız kardeşine bakıyordu. Konuşmasına gerek de yoktu. Gülümseyen
bakışları o kadar çok şey anlatıyordu ki…
Genç kız bir vecd hali
yaşıyordu. Coşku içindeydi. Gördüğü şeyin rüya mı, gerçek mi olduğunu
bilmiyordu. Ama bu anın hiç bitmemesini, hep böyle devam etmesini istiyordu. Mutluluk,
sevinç, coşku, heyecan bütün ruhunu sarmıştı. Hiç bu kadar mutlu ve huzurlu
olduğunu hatırlamıyordu.
İki kardeşin bu karşılıklı
bakışması ne kadar sürdü bilinmez. Genç kız zaman kavramını yitirmişti. Sanki
var olalı beri hep böyleydi. Neden sonra gayri ihtiyari dudaklarından şu sözler
döküldü genç kızın:
----- Sen gerçeksin değil mi
ağabey? Rüya görmüyorum değil mi?
Ağabeyi hiç konuşmadı.
Gülümseyerek ona doğru yürüdü. Göğsüne bastırdığı Kûr’an’ı yavaşça aldı. Odada
küçük bir masa vardı. Oraya doğru yöneldi. Masada bulunan kalemi aldı.
Kûr’an’nın baş sayfasını açtı. Adını soyadını yazdı. O günün tarihini attı.
Sonra da imzaladı.
Derin bir heyecan içindeki genç
kız etrafının giderek karardığını hissetti. Sonra birden düşüp bayıldı.
Ayıldığı zaman hemen Kûr’an’a
koştu. Ağabeyinin el yazısıyla yazdığı, o günün tarihini atıp imzaladığı yazı
Kûr’an’ın baş sayfasında olduğu gibi duruyordu.