İlk çağlardan beri toplumsal huzuru
sağlamak adına “suç ve ceza” ilkesi benimsenmiş, çağa ve zamana göre çeşitli
cezalar öngörülmüştür.
İlk çağlardan itibaren başlanan, önceleri
dayak, sürgün ve zaman zaman suçun ağırlığına göre bedenden bir uzuv koparmak
veya öldürmek şeklinde kendini göstermiştir.
Daha önceleri insanoğlunun bir kısmı
göçebe, diğer bir kısmı da küçük yerleşim yerlerinde yaşadığı için suçluya
verilen ceza, toplumun tamamı tarafından ya görmek ya da duymak suretiyle
haberdar kılınıyor ve suça meyilli insanların caydırıcılığına katkıda
bulunuyordu.
Ancak nüfusun çoğalması şehirlerin daha
kalabalık hale gelmesi ve artık taş binaların yaygınlık kazanmasıyla, suçluya
verilen cezaların da değişmesi zorunlu bir hal alıyordu.
Artık bedenlerinden bir parça koparmak
veya öldürmek yerine, suçun ağırlığına göre onların ömürlerinden bir parça
koparma yoluna gidilmiş ve bunun için de hapishane adı verilen yapılar inşa
edilmeye başlanmıştır.
Doğal olarak bu yapıların inşası, yeni kurumlar,
istihdam edilecek insanlar ve haliyle bir maliyet istiyordu.
Tarih 1785’i gösterdiğinde Bentham
tarafından yeni bir hapishane modeli tasarlanıyordu. Daha az maliyet isteyen bu
yapıda, odaları içe dönük ve hapishanenin tam ortasında bir gözetleme kulesi
olacak şekilde tasarlanan bu yapının içinde gözetleyici olmasa bile, mahkûm
sürekli izlendiği hissine kapılacak ve kendine çeki düzen vermek zorunda
kalacaktı.
Tabi bu yeni modelin uygulanırlığı,
işlevi, işe yarayıp yaramadığını bir kenara bırakarak, bu yeni hapishane
modelinin dönemin hâkim güçlerine bir fikir verdiği aşikârdır.
Zira artan nüfus ve kalabalıklaşan
şehirlerde hırsızlık vb. adi suçlardan ziyade onları endişelendiren başka bir
husus vardı.
Toplumsal suçlar, yani isyanlar…
Tarih boyunca isyanlar yaşanmış, binlerce
insan hayatını kaybetmiş kimi zaman da mevcut monarşiler el değiştirmiş, bazen
de devletleri savunmasız durumda bırakıp başka ülkeler için işgale hazır bir
pozisyona koymasıyla sonuçlanmıştı.
Geçmişte yaşandıysa bugün de yaşanması
kaçınılmazdı. O halde her an bir isyanın olma olasılığını varsayıp önceden
hazırlık yapmak ve isyana meyilli insanları bir yerde kontrollü bir şekilde
toplamak gerekiyordu.
Evet, isyanlar bir iki kişi ile değil
bazen sayıları yüz binlere ulaşabiliyordu, dolayısıyla hepsini dört duvar
arasında hapsetmekten ziyade onları bilinçaltlarına hapsetmenin daha doğru
olacağına dair bir fikir vermiş olabilirdi panoptikon modeli…
Ama nasıl?
Somut bir hapishane modeli nasıl soyut
bir tarzda hayata geçirilebilirdi?
Belki de çözümü çok basitti. Yüzü bir
birine dönük insanların, tam ortalarına her şeyi bildiğine her şeyi gördüğüne
inandırılan bir “sinoptikon” bırakılarak…
Bu sinoptikon’un görevi enerji biriktiren
veya biriktirme ihtimali olan fay hatların kırılmalarını, kontrollü bir şekilde
farklı yönlere doğru yönlendirerek sarsıntının minimize edilmesini sağlamak
olacaktı.
Ama en nihayetinde bu sineptikon da bir
insandı dolayısıyla elinde tuttuğu güçle her an bir isyan başlatabilirdi.
Her şeyden emin olmak isteyen hâkim güç,
belki de bu sinoptikon’u da kontrol altında tutmak, kontrolü altındaki
insanların nasıl bir eğitimden geçtiğini, ileride bir tehlike olması durumunda
bu tehlikenin boyutlarını da bilmek, insanların ne yaptıklarından çok ne
düşündüklerini bilmek istiyordu… Öyle ya insan davranışları yanıltıcı
olabilirdi pekâlâ…
O halde insanların kendini güvende
hissettiğini düşündüğü, bunun için fikirlerini rahatça ifade edebileceği,
üstelik kendini gizleyebileceğini düşündüğü “Omniptikon’a” geçiş sağlanmalıydı…
Eğer gerçekten böyleyse, sanırım bütün bu
yazdıklarımızın ışığında hapishanenin tanımını yeniden yapmak gerekecek…
Belki de Jung’un şu sorusunu sorarak bir
cevap aramalıyız…
“Sırf hapiste olduğu için hırsızlık
yapmayan, bir hırsız için iyi bir insandır diyebilir misiniz?”
O halde hapishane denilen şey sadece dört
duvardan ibaret olmamalı. Sizi, düşüncelerinizi, yapmak istediklerinizi
sınırlayan her şey aslında sizin hapishanenizdir.
Sırf insanlar sizi görüyor diye
yapamadıklarınız…
Tespit edilirim korkusuyla sosyal ağlarda
farklı isim kullanarak sakladığınız kendiniz…
Ve daha çoğaltabileceğimiz bir sürü
örnek…
O halde ‘ben’in ben olamadığı bir yerde hapistesiniz…
0 yorum