490


Hep iyiler mi gitmeli ötelere, biz günahkârlara hep hasret ve özlem mi düşmeli Şehidim? Ah ne kadar özledim seni bir bilsen? Ne güzel günlerdi o günler, ne tatlı anlardı seninle geçirdiğim anlar? Yoksuldun, yoksulluğun her türlü çilesini yansıtırdı o nur yüzün, aydınlık bakışların. Aramızdaki bilgi uçurumuna rağmen hiçbir zaman havalara kapılmaz, hep mütevazıce gülümserdin. Melayé Cizîrî, Ahmedé Xani tadı veren o güzelim şiirlerini mahcup, utangaç bir sesle okuduğun o anları ömrümün sonuna kadar unutmam.

Ah, ne güzel günlerdi o günler! Evinde yediğim o sade makarna ve çorba yemekleri dünyanın en lezzetli şeyleri gibi gelirdi bana. Sanki muhabbet ve ihlâs ateşiyle pişirilmişlerdi. Artık hayatımdan lezzet alamıyorum, yediğim yemeklerde bir şeyler eksik sanki. Dünyevileşme çoğumuzda olduğu gibi benden de lezzet ve sevinci aldı. 

Adın hala yüreğimde heyecan yaratıyor. Molla Şehmus dediğim zaman gözlerim doluyor, ruhum derin hüzün deryaları içinde kaybolup gidiyor. Ne olacaktı sanki ben de seninle gelseydim? Gülümsüyorsun değil mi bu arzuma bakarak? Şahadet kolay mı öyle diyerek… Önce şehitler gibi yaşamak lazım. Şehitler gibi yaşayacaksın ki şehit olasın. En iyilerimizi kurban vermek gerek demiyor mu Rehberimiz? Ben en iyilerinizdendim? En iyilerinizden olduğum için de şehit oldum… 

Doğru dersin şehidim, doğru söze ne denir ki? Bir Mutahhari olmak lazım, bir Beheşti, bir Çamran… Bir Seyyid Kutup olmak lazım, bir Hasan El Benna, bir Abdulkadir Udeyh… Bir Şeyh Ahmet Yasin olmak lazım, bir Şeyh İzzettin El Kassam, bir Ömer Muhtar… Bir Selahaddin olmak lazım, bir Şeyh Zeki, bir Molla Cüneyd, bir Yasin, bir Aytaç… Ve bir sen olmak lazım, yani Molla Şeyhmus Aktaş… 

Allah şehitleri hep iyilerin arasından seçer. En değerli şeylerini, canlarını fedaya hazır iyiler… Ahlaki güzelliklerle bezenmiş, dilleri ve kalpleri Allah`ın zikri ve muhabbetiyle dolu iyiler… Gözlerini hep hasretle ötelere dikmiş, sevgiliye kavuşma anını özlemle bekleyen, dünyevi güzelliklerin kendilerini heyecanlandırmadığı, bu dünya gurbetinin ruhlarını hüzne boğduğu iyiler… 

Şahidim ey Şehidim, sen de o iyilerdendin! Emellerin, hülyaların, ideallerin hep davanla ilgiliydi. Davam der, ümmet der, Müslümanlar der, İslam der, başka bir şey demezdin. Hayatının hedefinde Allah vardı. Allah, senin tüm düşünce ve eylemlerinin odağındaydı. Bizim gibi güzel bir eve, lüks bir arabaya, iyi para getiren bir işe sahip olma hevesiyle gece gündüz çırpınıp durmazdın. 

Yoksuldun, kıt kanaat geçinirdin. Ama hep şakirdin… Şakir bir kuldun. Eline geçen birkaç kuruş paranın çoğunu davan için harcardın. Çocukların yarı aç oldukları, hep eski elbiseler giyindikleri, çoğu sefer cebinde harçlığın bile olmadığı halde evin Müslüman gençlerin buluşma yeriydi. Evinde ne varsa sererdin önlerine, yarına ben ve çocuklarım aç kalırız korkusu taşımadan… 

Ah şehidim, ne kadar özledim seni? O eski iman, takva, ihlâs, fedakârlık, tevazu dolu günleri ve o insanları ne kadar çok özlediğimi bir bilsen! Ne kadar iyi ve fedakâr bir insandın. 

Hiç unutmam, ölünceye kadar da unutmayacağım! Yazın kavurucu sıcağında, evinin avlusundaki bir izbe odada halka tatlı yapıp satardın. Sen ve eşin ateşin önünde terden sırılsıklam olmuş bir halde saatlerce tatlı yapardınız. Birkaç kuruş kazanmak için. Kazancın o günlük giderlerine bile yetmezdi. Yine tatlı yaptığın bir günde yağ kazanı devrilmiş, yüzün, elin, kolların korkunç derecede yanmıştı. 

Ben o zamanlar genç bir öğrenciydim. Evlerimiz birbirine yakındı. Kızın koşarak beni çağırmıştı. Ağlayarak senin yandığını söylemişti. Ben daha kapıya çıkmadan sen gelmiştin. Ne kadar da mahzun ve mazlum bir görünüşün vardı. Boydan boya yanmış iki kolunu ileri doğru uzatmıştın. Yüzün de feci şekilde yanmıştı. Acı içinde kavrulmana rağmen dudaklarında şükür ve zikir vardı. Ne kadar da şakir bir kuldun. Rabbine tevekkül ve teslimiyetin ashabınkini andırıyordu. 

Hep birlikte koşmuştuk devlet hastanesine… O zamanlar özel hastane yoktu Kızıltepe`de… Küçük bir devlet hastanesi vardı. Seni acile almışlardı. İlkel bir pansumanla acılarını dindirmeye çalışmışlardı. Yanmış derin kaldırılırken gözlerinde sükûnet, dudaklarında zikir vardı. Sen gerçekten şehitliği hak eden bir kuldun. Seninle arkadaş olmak ne güzeldi! İyilerle arkadaş olmak ne güzel bir duygu! Ah şehidim, seni ne kadar özledim bir bilsen! Neden götürmedin sanki beni de? Sen gittin, bana ise dünya gurbetinde yaşamak çilesi kaldı. 

Hüzünlü gönlünde hep şehadet arzusu vardı. Allah için şehit olmak vardı her namazda dualarının başında. Şehit Murtaza Mutahhari`nin şu duasını sık sık tekrarlardın özlem dolu gözlerle. “ Ey Rabbim!” derdin. “ Eğer bana şehadeti vereceksen hemen ver! Şehadetle elde edeceğim makamı bin yıl yaşayıp ibadet etsem de elde edemem. Yok, şehitliğe layık görmüyorsan beni, o zaman uzun ve bereketli bir ömrün sahibi kıl!” 

Kısa sürdü ömrün şehidim. Kırk yaşlarında bizleri hüzün deryaları içinde bırakıp gittin. Şehadete layıktın çünkü sen. Şehitler gibi yaşadın ve şehit olarak gittin. Kürdistan hainlerinin silahlarından çıkan kurşunlar seni özlemle beklediğin sevgiline kavuştururken ben, bizler yiğit bir kardeşimizi, kâmil bir İslam âlimini, ince ruhlu bir şairi kaybetmenin acısını yaşadık. 

Ah şehidim, seni ne kadar özledim bir bilsen! Ne diye beni derbeder bırakıp gittin sanki? Yeşil kuşun kursağında bana da küçük bir yer ayıramaz mıydın? 





Ryan Reynold

0 yorum

FİKRİNİZİ BELİRTİN

Zorunlu alanları doldurunuz *