0

 

 

ALPER TAN,

“Ölüm Simsarlığı ve Titreme Zamanı”

İsimli yazısında, geçen hafta çarşamba günü vahşi bir cinayete kurban giden üniversite öğrencisi Özgecan Aslan üzerine bir değerlendirme yapmış. Yazar yazısında, bu cinayet karşısında gösterilen tepkilerin doğru ve yerinde olduğunu ancak yapılan bazı eylemlerin utanç verici şekle dönüştüğünü söylemiş. Yazar, Özgecan'ın hunharca yakılmış naaşı üzerinden TV ratinglerini yükseltme, internet sitelerinin "tık" sayısını arttırma, TV'de yapılan şenliğe ve eğlenceye Özgecan'ın resimlerini yakalara takarak göbek atma, kadına karşı cinayetlerde uluslararası farkındalık adı altında kadınların topluca sokak dansı yapma bayağılıklarını izlediklerini söyleyerek, bir gazetenin de "kadınları taciz" konusunda, "hadi sen de anlat" kampanyası başlatarak taciz olayını sıradanlaştırma çabaları gibi iğrençlikler içerdiğini, bu korkunç olaydan sonra sıradan sebeplerle insanların öldürülmeye devam ettiğini not düştükten sonra şunları yazmış:

“ Bunu nasıl izah etmeyi düşünüyoruz. Bu cinnet hali nerelerden kaynaklanıyor? Topyekun bu yaşananlar aslında millet olarak üzerinde yoğun bir şekilde düşünmemizi gerektirmiyor mu?

 Aileden başlayarak, okulların, çevrenin, medyanın, dizilerin, uydu yayınlarının, internet dünyasının yaşanan kültürel bozuklukların, inanç zafiyetlerinin ve başka faktörlerin mercek altına alınması ve derinlemesine irdelenmesi gerekiyor.

Eski devletin laik nesiller yetiştirme zorbalıklarının, Kur'an kurslarını kapatma noktasına kadar gelen, 28 Şubatçıların din düşmanlıklarının ve ikna odalarını icat edenlerin öğretilerinin bu yaşananlarda hiçbir etkisi olmamış mıdır? 28 Şubat ve öncesinde ekilenleri biçmeye mi başladık? 

Millet olarak topyekün kendimizi sorgulama vaktidir. Nerde hata yapıyoruz diye titreme sürecindeyiz. Günübirlik yüzeysel pansuman tedbirler alarak geçiştirmek değil, derin tahliller yaparak radikal adımlar atmak zorundayız. Yoksa her geçen dakikayı kaybediyoruz.”

Kenar Yazısı:

Eski devletin laik nesiller yetiştirme zorbalıklarının, Kur'an kurslarını kapatma noktasına kadar gelen, 28 Şubatçıların din düşmanlıklarının ve ikna odalarını icat edenlerin öğretilerinin bu yaşananlarda hiçbir etkisi olmamış mıdır? 28 Şubat ve öncesinde ekilenleri biçmeye mi başladık? 

 

 

KENAN ALPAY,

“29 Yıl Hapis Az, 1 Yıl Denetimli Serbestlik Çok “

İsimli yazısında, tam 29 yıldır cezaevinde bulunan Rıdvan Çağrıcı üzerinden hem yargının ideolojik arka planını hem kadrolarıyla tutarsızlığını hem de verilen kararların hukuktan nasipsiz irkiltici yüzüne değinmiş. Yazar yazısında, bu aralar yargıya çöreklenen ve Müslümanlar başta olmak üzere ele geçirdiklerini  delil toplamadan, derin şaibeler içeren, karanlık kumpaslar kurarak mahkum eden Fetullahçı takımdan önce Müslümanlara  aynı komploları kuran Kemalist- ulusalcı kadroların bulunduğunu ve bu kadroların “Sivas Davası, İslami Hareket, Jak Kamhi, Menzil, Hizbullah, Hizbut Tahrir, AFİD gibi dava süreçlerinde Devlet Güvenlik Mahkemeleri (DGM)’nin 15-20 günlük işkenceli sorgulamaların ardından Engizisyon misali giyotinlerini tam mesai çalıştırmakta bir beis görmediklerini yazmış. Bu mahkemelerin mağdurlarından birinin de

-uyduruk sebeplerden- 29 yıldan beri hapis yatan Rıdvan Çağrıcı olduğunu yazmış. Yazar, 29 yıldan sonra denetimli serbestlikten dışarı çıkması gereken Çağrıcı için bu kez de zalimce ve adaletten nasibini almamış Bolu F Tipi Cezaevi idaresi tarafından verilen ‘ bir raporla bu hakkının da gasp edildiğini yazmış. Yazar yazısında, cezaevi yönetiminin raporunda yer verdiği iddiaları ise insanlık dışı kabul etmiş:

“Adalet Bakanlığı’na Bolu F Tipi Cezaevi idaresi tarafından verilen ‘rapor’ Çağrıcı’yı bu haktan mahrum eden biricik faktör. Cezaevi Müdürü Başkanlığında kurulan idare ve gözlem kurulu ‘Açık Cezaevine Ayrılma hükümlerinden istifade edemeyeceğine dair işgüzarca ve insafsızca, hem yasa hem de hukuk dışı bir tutum alırken bakın hangi gerekçeyi ileri sürüyor?: “Cezaevinde düzenlenen sosyal faaliyet programlarına terör örgütü olan İslami Hareket ve Hizbullah terör örgüt üyesi arkadaşlarıyla birlikte faaliyetlere katıldığı ve örgüt üyeleri ile aynı odada barındığı gerekçe göstererek Rıdvan Çağrıcı’nın Açık Cezaevine ayrılma hakkından istifade ettirilmemesi yönünde rapor düzenlemiştir.”

İyi ama bir mahkûmun cezaevinde düzenlenen sosyal faaliyetlere kiminle katılabileceği, kiminle katılamayacağı da cezaevi müdürü ve idare tarafından tayin ediliyorken bu saçma ve zorbaca isnat da nereden çıktı şimdi? Ne bekleniyordu Çağrıcı’dan, uzun yıllardır tek başına evet TEK BAŞINA kaldığı hücreden hiç çıkmaması ve hiçbir sosyal faaliyete katılmaması mı? Böyle zalimce bir teklif ve beklenti sahibinin adaletten nasiplendiğini kim iddia edebilir ki?”

HAMİT YAZ,

Dindar Nesil mi Kindar Nesil mi?”

İsimli yazısında, Sayın cumhurbaşkanının “Dindar nesil yetiştireceğiz” sözlerine atıfta bulunarak bu eğitim sistemi, bu dine- dindara mesafeli ve üstten bakmalarla  dindar nesillerin değil, kindar nesillerin yetişebileceğini yazmış.  Yazar ayrıca, okullarda Kur’an-ı Kerim ve Siyer gibi seçmeli ders olarak okutulmaya başlanan derslerin okutulmasına olan tahammülsüzlükleri, ithamları, başını örtmek isteyen kız öğrencilerin karşısına dikilmeleri de değinmiş yazısında:

“Cumhurbaşkanı “dindar nesil istiyorum” dediğinde, Nişantaşı elitleri, gezi medyası, ve “gezizakalı seküler merkez ve çevresini” oluşturan sizler, Erdoğan’ı linç ederek, asıl ifade özgürlüğüne siz engel oldunuz, asıl despotluğu ve tiranlığı siz yaptınız!

Dindar nesli istemeyen, Atatürkçülük retoriği yaparak rantlarını ve saltanatlarını sürdüren, ezan sesi duyunca cin çarpmışa dönen ve  dindarlara öcü gözüyle bakan sizler, bu ülkede sadece bir azınlıksınız. Ama sadece sesi çok çıkan, medya gücü olan, gündem oluşturabilen ve haksızlığını dahi haklı gösterme imkanı bulan bir azınlık. Bu da sadece sesinizi gür çıkarıyor ama haklı olduğunuzu kanıtlamıyor bunu bilin. Kendinize gelin ve şunu bilin ki;

İslam,  kadının “insan”lığının tartışıldığı, diri diri toprağa gömüldüğü ve bir meta olarak kullanıldığı bir pozisyondan; cenneti ayağının altına sererek ona hak ettiği yeri ve değeri  vermiş ve toplumu  dönüştürmüş bir dindir.”

 Köşe yazısı:

“Cumhurbaşkanı “dindar nesil istiyorum” dediğinde, Nişantaşı elitleri, gezi medyası, ve “gezizakalı seküler merkez ve çevresini” oluşturan sizler, Erdoğan’ı linç ederek, asıl ifade özgürlüğüne siz engel oldunuz, asıl despotluğu ve tiranlığı siz yaptınız!

 

ABDULLAH GÜNEŞ,

“Şeytan'ın Avukatı”

İsimli yazısında, Demirtaş’ın üzerinde Yasin BÖRÜ ve arkadaşlarının kanı dururken, son grup toplantısında Özgecan’ın katledilmesi üzerine söylediği ve inandırıcı olmayan açıklamalarını – kendine özgü üslubuyla- eleştirmiş.

Yazar yazısında, 6-8 Ekim olaylarında darp edilen, defalarca bıçaklanan, 3. kattan atılan, üzerinden araçla geçilen, zılgıtlar eşliğinde cesedi yakılan Yasin'den sonra Demirtaş’ın, Özgecan'ın ismini ağzına almasının  Özgecan'ın ruhunu incittiğini, üç gün devam eden katliamdan sonra kameralar karşısında boncuk boncuk terlemenin onu aklamaya yetmeyeceğini söyledikten sonra Demirtaş’ın Özgecan’ın katilleri için sunduğu öneriyi ise muhteşem(!) olarak bulduğunu söylemiş, ardından Yasin ve arkadaşlarını katleden çete için önerisinin neler olabileceğini sıralamış:

 

“Sayın(!) Demirtaş, Ne diyordun?

 

“Ben avukatım, tecavüzcüleri ve kadına şiddet uygulayanları kadın hâkimler yargılamalı, erkek hâkimlerin bazıları bıyık altında gülüyor.”

 

Peh, peh, peh…

 

Bıyıksız hâkim de gülüyor mu Avukat Bey(!)

 

Tecavüzcüyü yargılayan hâkimin bayan olmasının dışında tecavüze uğramış olması da gerekiyor mu?

 

Hani tecavüze uğramamışsa yine bıyık altında gülebilir, diyorum.

 

Sahi, Yasin BÖRÜ ve arkadaşlarının katillerini kim yargılamalı?

 

İlahi adaletin tecellisiyle ilgili bir kuşkumuz yok, ancak parlak(!) mantığına göre kim yargılamalı, diye soruyorum.

 

Kazıklı Voyvoda mı?

 

Hayır, sadece kazığa geçiriyor.

 

IŞİD mi?

 

Olmaz, kelle uçuruyor.

 

Öyle bir hâkim olmalı ki;

 

Darp ettirmeli, bıçaklatmalı, 3. kattan attırmalı, arabayla üzerinden geçecek bir dişi bulmalı ve zılgıt çalan kancıklar eşliğinde cesetlerini yaktırmalı.

 

Dünyada bütün bu ölüm çeşitlerini bilen bir hâkim var mı?

 

Hani bıyık altından gülmeden yargılaması babında söylüyorum.

 

Sonra molotofun silah olup olmadığı tartışmasında “Serap'a atılan molotof, MİT'çiler tarafından atılmış; İdris Naim ŞAHİN söyledi.

 

AKP'nin içinden biriydi. O daha iyi biliyor.”dedin.

 

AKP'nin içinden gelenin söyledikleri doğru ve ona inanmak gerekiyor.

 

Güzel!...

 

Öyleyse, PKK'nin tepesinden Selim ÇÜRÜKKAYA'nın“APO'nun Ayetleri” kitabında geçenleri neden yabana atıyorsun?

 

Bilindiği gibi, PKK'nın öldürdüğü, sonra taziye düzenleyip kahramanlaştırdığı on beş bin civarındaki Kürt gencinden bahsediyor, örgütün içinden gelen ÇÜRÜKKAYA.

 

Üstelik ÇÜRÜKKAYA'nın ilk kitabı, örgüte eleman kazandırma aracıydı, yazarı da efsane...”

 

 

 

 

 

 

 

 

 

  M.İKBAL ATAK,

 

1990'ların Polis İnfaz Timleri Batman ile Sınırlı Değil…”

İsimli yazısında, 2000 yılındaki Beykoz Operasyonundan sonra Kürt illerinde başlatılan ve kısa sürede Türkiye’nin tamamına yayılan operasyon furyasının cadı avının ötesine taşındığını söyleyerek, bu dönemde oluşturulan algı operasyonuyla da 28 Şubat yorgunu İslamcı zevatın bu hukuksuzluklara sesini çıkarmadığını aksine bunun bir arınma vesilesi gibi gördüğünü ifade etmiş. Yazar yazısında, Hizbullah arşivinin gizlendiğini ve gerçeklerin bu şekilde gizemini koruduğunu, oluşturulan bu algı sebebiyle de kısa sürede gözaltı ve tutuklamaların sayısının bir anda on binlerle ifade edilir hale geldiği halde ve yapılan tüm hukuksuzlukları sorgulamak yerine bu kesimde bu operasyonlar için “oh olsun” dedirten noktalara gelindiğini yazmış.

Yazar yazısında, Hizbullah arşivinin sadece üye ve sempatizanları için değil, 1990'lı yılların karanlık dönemi içerisinde cereyan eden tüm hukuksuzluklar, devlet adına yürütülen kirli faaliyetlerin çok önemli bir bölümü için de çok önemli olduğunu yazmış. Yazar ayrıca, arşivin ele geçirildiği dönemde hala kilit görevlerde bulunan kirli aktörlerin, deşifre olma ihtimalinin verdiği panikle önce arşiv üzerinden algı operasyonuna yöneldiklerini, yaptıkları pisliklerin ortaya saçılmaması adına Cumhuriyet tarihinin neredeyse tüm kirli geçmişini Hizbullah arşivine yükleyerek yeni hukuksuzluklara kapı açtıklarını ve bütün ısrarlara rağmen bu arşivin hala sır olduğunu, kimseye açılmadığını yazmış. Yazar, bu arşivin kırıntılarının bile aslında 1990'lı yıllarda devlet adına işlenen insanlık suçlarının genel hatlarını ele verdiğini söyleyerek paralel çetelerin sebep olduğu Cevzet Soysal olayının benzerlerinin bölgenin her yerinde ama özellikle polis ve işbirlikçi hainler tarafından Diyarbakır’da yaygın olarak işlendiğini yazmış.

Yazar, M.K.’nin beyanlarında  Diyarbakır polisinin kendileriyle işbirliği yapması için şantaj yaptığını, kendisinin de bu işbirliğine mecbur kaldığını ve bundan sonra da bildiği Müslümanları göstererek ya öldürdüğünü veya öldürme eylemine yardım ettiğini söylediğini yazmış:

“ Polis, kendince önemli olabilecek şahıslar ve adres tespitlerini yapmak üzere M.K'yi zorlamaya başlıyor. M.K. ise kimleri polise gösterdiyse çok geçmeden o kimseler “Fail-i Polis cinayetlerine” maruz kalıyor.

 Polisin ısrarıyla “önemli şahısları” aramaya çıkan muhbir M.K, ilk olarak “Fail-i Meçhul” cinayete maruz kaldığını bildiğimiz Abdulkadir SELÇUK'un “Fail-i Polis” cinayetine uğradığını ortaya koyuyor.Polis namındaki üniformalı teröristler, Abdulkadir SELÇUK'un kanından zevk almış olmalılar ki, muhbir M.K'yi yeni isimler bulma konusunda zorlamaya başlıyor:

“Daha sonra polis ısrarla benden Şehid Selçuk konumunda olabilecek kişilerin isimlerini ve adreslerini istedi. Polis Durdu ile 5 Nisan Mah.  aramaya başladık. Bir ara Şehid Ahmed'i bir sokakta gördüm ve polis Durdu'ya gösterdim. Gösterdiğimden kısa bir süre sonra Şehid Ahmed de gösterdiğim sokağın hemen yanında vuruldu ve şehid edildi…  

 Durdu bana kızmıştı ve bir sürü fırça attı. Ardından da Mus'ab ve Hamza olarak tanıttığı iki kişiyle beraber Kıbrıs Pasajı'nda işyeri bulunan Molla Mahmud'u vurmamız için bizi görevlendirdi. Polis Durdu, her birimize birer silah verdi. Ben hem Molla Mahmud'u tanıdığımdan, hem de işyerini ve gittiği camiyi bildiğimden sadece gösterme ve gözetleme görevi yapacaktım. Ayrıca polis Durdu, bize endişelenmememiz gerektiğini, çünkü aynı anda o civarda polis korumasının da olacağını ve hiçbir sorunun yaşanmayacağı hususunda bize teminat verdi. Kıbrıs pasajının yanına geldiğimizde ben pasajın içerisine girdim, diğer iki şahıs ise yanındaki Or-Yıl pasajı civarında kaldılar. Pasajın içerisine girdiğimde Molla Mahmud'un çıkmak için hazırlık yaptığını gördüm. Bu arada koruma görevi yapacak polisleri arıyordum, ama bir türlü bulamıyordum. Hemen o iki şahsa işaret verdim. O iki şahıs gelip silahları ateşlemeye başladılar... Ergenekon sürecinde bazı karanlık hadiselerin üzerine gidilirken Emniyet kanadında boğazlarına kadar kirli işlere bulaşmış terörist polis yapılanmasının üzerine gidilmemiş olması, Emniyet'te örgütlü bir durum arz eden ve bugünkü koşullarda adından söz ettiren “Paralel kumpasları” işaret ediyor.

Cevzet SOYSAL olayıyla ilgili tanık polisin verdiği ifadeler, bugünkü derin yapılanmanın aslında son dönemin ürünü olmadığı, bunların kökünün 1990'lı yıllara dayandığına işaret ediyor. Cevzet SOYSAL'ı katleden polislerin isimleri artık savcıların önünde. Ancak Molla Gıyasettin'i öldürten Komiser Ali Doğan'lar, Polis Hakan'lar, Polis Ahmet'ler, Polis Ertuğrullar… Komiser Durdu'lar, Polis Taci'ler hala deşifre edilmeyi bekliyorlar.”

 

Köşe yazısı:

Yazar yazısında, Hizbullah arşivinin sadece üye ve sempatizanları için değil, 1990'lı yılların karanlık dönemi içerisinde cereyan eden tüm hukuksuzluklar, devlet adına yürütülen kirli faaliyetlerin çok önemli bir bölümü için de çok önemli olduğunu yazmış. Yazar ayrıca, arşivin ele geçirildiği dönemde hala kilit görevlerde bulunan kirli aktörlerin, deşifre olma ihtimalinin verdiği panikle önce arşiv üzerinden algı operasyonuna yöneldiklerini, yaptıkları pisliklerin ortaya saçılmaması adına Cumhuriyet tarihinin neredeyse tüm kirli geçmişini Hizbullah arşivine yükleyerek yeni hukuksuzluklara kapı açtıklarını ve bütün ısrarlara rağmen bu arşivin hala sır olduğunu, kimseye açılmadığını yazmış.

 

ABDULKADİR SELVİ,

“Öcalan’a Kandil Darbesi”

İsimli yazısında Kandil ve HDP’nin birlikte, Öcalan’ı açığa düşürme pahasına silahsızlanma çağrısını engellediklerini, HDP’nin Kandil’in yanında durmak suretiyle Öcalan’ın  mesajını kamuoyuyla paylaşmadığını yazmış. Yazar, oysaki diyerekÇözüm süreciyle ilgili yürütülen temaslarda önemli bir aşamaya gelindiğini,  Öcalan, PKK’nın silahlı mücadeleyi bırakması yönünde  irade beyanında bulunduğunu, sadece Öcalan’ın irade beyanıyla yetinilmemesi konusunda HDP ile hükümet arasında bir görüş birliğine varıldığını, buna göre çözüm sürecinden sorumlu Başbakan Yardımcısı Yalçın Akdoğan’ın başkanlığında hükümet ve AK Parti temsilcilerinin de katılımıyla ortak bir irade beyanında bulunulduğunu, açıklanacak metinin  hazırlandığını, açıklamada bulunacak isimlerin dahi belirlendiğini, açıklamanın birkaç dilde yapılması konusunda dahi mutabakata varıldığını ancak  Ankara’da açıklama yapılacak olan mekan hazırlanırken, Öcalan’ın mesajının Kandil’den veto yediğini yazmış.

Yazar, peki öyleyse hükümet ile PKK 2 yıldır neyi görüşüyor dedikten sonra şunları yazmış:

“Böylece 2013 Nevruz’un da “Silahlı mücadele dönemi bitti, siyasi mücadele dönemi başladı” diyen Öcalan’ın, 2 yıl sonra benzer ifadelerini içeren mesajı, Kandil’in karşı koyması üzerine açıklanamadı.

Peki o zaman 2 yıldır PKK hareketi ile Hükümet ne görüşüyor? Çözüm süreci PKK’nın silahlı mücadeleyi bırakması, hükümetin ise demokratik mücadelenin önünü açacak yasal zemini oluşturması ve Kürt sorunun çözümünün silahlı değil, sivil siyasetle yapılması gerçeği üzerinden yapılmıyor muydu..?

HDP, Öcalan’ın silahsızlanma çağrısını kamuoyuna açıklamamak ve Kandil’in silahlı mücadeleye devam eden tutumunun yanında saf tutmakla tercihini İmralı’dan yana değil, Kandil’den yana yaptı. Böylece, kendisini silahlı mücadeleyi tercih eden bir siyasi parti konumuna düşürdü.

Oysa, çözüm süreciyle birlikte PKK’ya ve onun siyasi uzantısı olan HDP’ye, barış adına onurlu bir çıkış sunulmuştu. Ancak Kandil buna fırsat vermedi. Gelinen aşamada iki sorunun cevabının verilmesi gerekiyor?

1-HDP, Öcalan’ın kendilerine teslim ettiği mesajı niye açıklamıyor?

2-Mesajının açıklanmasını engellemek ve silahsızlanma çağrısını boşa çıkarmak suretiyle Kandil, Öcalan’ın liderliğini tartışır hale mi getiriyor?

 

 

 

 

 

 

 

 

 ALPER TAN,

“Ölüm Simsarlığı ve Titreme Zamanı”

İsimli yazısında, geçen hafta çarşamba günü vahşi bir cinayete kurban giden üniversite öğrencisi Özgecan Aslan üzerine bir değerlendirme yapmış. Yazar yazısında, bu cinayet karşısında gösterilen tepkilerin doğru ve yerinde olduğunu ancak yapılan bazı eylemlerin utanç verici şekle dönüştüğünü söylemiş. Yazar, Özgecan'ın hunharca yakılmış naaşı üzerinden TV ratinglerini yükseltme, internet sitelerinin "tık" sayısını arttırma, TV'de yapılan şenliğe ve eğlenceye Özgecan'ın resimlerini yakalara takarak göbek atma, kadına karşı cinayetlerde uluslararası farkındalık adı altında kadınların topluca sokak dansı yapma bayağılıklarını izlediklerini söyleyerek, bir gazetenin de "kadınları taciz" konusunda, "hadi sen de anlat" kampanyası başlatarak taciz olayını sıradanlaştırma çabaları gibi iğrençlikler içerdiğini, bu korkunç olaydan sonra sıradan sebeplerle insanların öldürülmeye devam ettiğini not düştükten sonra şunları yazmış:

“ Bunu nasıl izah etmeyi düşünüyoruz. Bu cinnet hali nerelerden kaynaklanıyor? Topyekun bu yaşananlar aslında millet olarak üzerinde yoğun bir şekilde düşünmemizi gerektirmiyor mu?

 Aileden başlayarak, okulların, çevrenin, medyanın, dizilerin, uydu yayınlarının, internet dünyasının yaşanan kültürel bozuklukların, inanç zafiyetlerinin ve başka faktörlerin mercek altına alınması ve derinlemesine irdelenmesi gerekiyor.

Eski devletin laik nesiller yetiştirme zorbalıklarının, Kur'an kurslarını kapatma noktasına kadar gelen, 28 Şubatçıların din düşmanlıklarının ve ikna odalarını icat edenlerin öğretilerinin bu yaşananlarda hiçbir etkisi olmamış mıdır? 28 Şubat ve öncesinde ekilenleri biçmeye mi başladık? 

Millet olarak topyekün kendimizi sorgulama vaktidir. Nerde hata yapıyoruz diye titreme sürecindeyiz. Günübirlik yüzeysel pansuman tedbirler alarak geçiştirmek değil, derin tahliller yaparak radikal adımlar atmak zorundayız. Yoksa her geçen dakikayı kaybediyoruz.”

Kenar Yazısı:

Eski devletin laik nesiller yetiştirme zorbalıklarının, Kur'an kurslarını kapatma noktasına kadar gelen, 28 Şubatçıların din düşmanlıklarının ve ikna odalarını icat edenlerin öğretilerinin bu yaşananlarda hiçbir etkisi olmamış mıdır? 28 Şubat ve öncesinde ekilenleri biçmeye mi başladık? 

 

 

KENAN ALPAY,

“29 Yıl Hapis Az, 1 Yıl Denetimli Serbestlik Çok “

İsimli yazısında, tam 29 yıldır cezaevinde bulunan Rıdvan Çağrıcı üzerinden hem yargının ideolojik arka planını hem kadrolarıyla tutarsızlığını hem de verilen kararların hukuktan nasipsiz irkiltici yüzüne değinmiş. Yazar yazısında, bu aralar yargıya çöreklenen ve Müslümanlar başta olmak üzere ele geçirdiklerini  delil toplamadan, derin şaibeler içeren, karanlık kumpaslar kurarak mahkum eden Fetullahçı takımdan önce Müslümanlara  aynı komploları kuran Kemalist- ulusalcı kadroların bulunduğunu ve bu kadroların “Sivas Davası, İslami Hareket, Jak Kamhi, Menzil, Hizbullah, Hizbut Tahrir, AFİD gibi dava süreçlerinde Devlet Güvenlik Mahkemeleri (DGM)’nin 15-20 günlük işkenceli sorgulamaların ardından Engizisyon misali giyotinlerini tam mesai çalıştırmakta bir beis görmediklerini yazmış. Bu mahkemelerin mağdurlarından birinin de

-uyduruk sebeplerden- 29 yıldan beri hapis yatan Rıdvan Çağrıcı olduğunu yazmış. Yazar, 29 yıldan sonra denetimli serbestlikten dışarı çıkması gereken Çağrıcı için bu kez de zalimce ve adaletten nasibini almamış Bolu F Tipi Cezaevi idaresi tarafından verilen ‘ bir raporla bu hakkının da gasp edildiğini yazmış. Yazar yazısında, cezaevi yönetiminin raporunda yer verdiği iddiaları ise insanlık dışı kabul etmiş:

“Adalet Bakanlığı’na Bolu F Tipi Cezaevi idaresi tarafından verilen ‘rapor’ Çağrıcı’yı bu haktan mahrum eden biricik faktör. Cezaevi Müdürü Başkanlığında kurulan idare ve gözlem kurulu ‘Açık Cezaevine Ayrılma hükümlerinden istifade edemeyeceğine dair işgüzarca ve insafsızca, hem yasa hem de hukuk dışı bir tutum alırken bakın hangi gerekçeyi ileri sürüyor?: “Cezaevinde düzenlenen sosyal faaliyet programlarına terör örgütü olan İslami Hareket ve Hizbullah terör örgüt üyesi arkadaşlarıyla birlikte faaliyetlere katıldığı ve örgüt üyeleri ile aynı odada barındığı gerekçe göstererek Rıdvan Çağrıcı’nın Açık Cezaevine ayrılma hakkından istifade ettirilmemesi yönünde rapor düzenlemiştir.”

İyi ama bir mahkûmun cezaevinde düzenlenen sosyal faaliyetlere kiminle katılabileceği, kiminle katılamayacağı da cezaevi müdürü ve idare tarafından tayin ediliyorken bu saçma ve zorbaca isnat da nereden çıktı şimdi? Ne bekleniyordu Çağrıcı’dan, uzun yıllardır tek başına evet TEK BAŞINA kaldığı hücreden hiç çıkmaması ve hiçbir sosyal faaliyete katılmaması mı? Böyle zalimce bir teklif ve beklenti sahibinin adaletten nasiplendiğini kim iddia edebilir ki?”

HAMİT YAZ,

Dindar Nesil mi Kindar Nesil mi?”

İsimli yazısında, Sayın cumhurbaşkanının “Dindar nesil yetiştireceğiz” sözlerine atıfta bulunarak bu eğitim sistemi, bu dine- dindara mesafeli ve üstten bakmalarla  dindar nesillerin değil, kindar nesillerin yetişebileceğini yazmış.  Yazar ayrıca, okullarda Kur’an-ı Kerim ve Siyer gibi seçmeli ders olarak okutulmaya başlanan derslerin okutulmasına olan tahammülsüzlükleri, ithamları, başını örtmek isteyen kız öğrencilerin karşısına dikilmeleri de değinmiş yazısında:

“Cumhurbaşkanı “dindar nesil istiyorum” dediğinde, Nişantaşı elitleri, gezi medyası, ve “gezizakalı seküler merkez ve çevresini” oluşturan sizler, Erdoğan’ı linç ederek, asıl ifade özgürlüğüne siz engel oldunuz, asıl despotluğu ve tiranlığı siz yaptınız!

Dindar nesli istemeyen, Atatürkçülük retoriği yaparak rantlarını ve saltanatlarını sürdüren, ezan sesi duyunca cin çarpmışa dönen ve  dindarlara öcü gözüyle bakan sizler, bu ülkede sadece bir azınlıksınız. Ama sadece sesi çok çıkan, medya gücü olan, gündem oluşturabilen ve haksızlığını dahi haklı gösterme imkanı bulan bir azınlık. Bu da sadece sesinizi gür çıkarıyor ama haklı olduğunuzu kanıtlamıyor bunu bilin. Kendinize gelin ve şunu bilin ki;

İslam,  kadının “insan”lığının tartışıldığı, diri diri toprağa gömüldüğü ve bir meta olarak kullanıldığı bir pozisyondan; cenneti ayağının altına sererek ona hak ettiği yeri ve değeri  vermiş ve toplumu  dönüştürmüş bir dindir.”

 Köşe yazısı:

“Cumhurbaşkanı “dindar nesil istiyorum” dediğinde, Nişantaşı elitleri, gezi medyası, ve “gezizakalı seküler merkez ve çevresini” oluşturan sizler, Erdoğan’ı linç ederek, asıl ifade özgürlüğüne siz engel oldunuz, asıl despotluğu ve tiranlığı siz yaptınız!

 

ABDULLAH GÜNEŞ,

“Şeytan'ın Avukatı”

İsimli yazısında, Demirtaş’ın üzerinde Yasin BÖRÜ ve arkadaşlarının kanı dururken, son grup toplantısında Özgecan’ın katledilmesi üzerine söylediği ve inandırıcı olmayan açıklamalarını – kendine özgü üslubuyla- eleştirmiş.

Yazar yazısında, 6-8 Ekim olaylarında darp edilen, defalarca bıçaklanan, 3. kattan atılan, üzerinden araçla geçilen, zılgıtlar eşliğinde cesedi yakılan Yasin'den sonra Demirtaş’ın, Özgecan'ın ismini ağzına almasının  Özgecan'ın ruhunu incittiğini, üç gün devam eden katliamdan sonra kameralar karşısında boncuk boncuk terlemenin onu aklamaya yetmeyeceğini söyledikten sonra Demirtaş’ın Özgecan’ın katilleri için sunduğu öneriyi ise muhteşem(!) olarak bulduğunu söylemiş, ardından Yasin ve arkadaşlarını katleden çete için önerisinin neler olabileceğini sıralamış:

 

“Sayın(!) Demirtaş, Ne diyordun?

 

“Ben avukatım, tecavüzcüleri ve kadına şiddet uygulayanları kadın hâkimler yargılamalı, erkek hâkimlerin bazıları bıyık altında gülüyor.”

 

Peh, peh, peh…

 

Bıyıksız hâkim de gülüyor mu Avukat Bey(!)

 

Tecavüzcüyü yargılayan hâkimin bayan olmasının dışında tecavüze uğramış olması da gerekiyor mu?

 

Hani tecavüze uğramamışsa yine bıyık altında gülebilir, diyorum.

 

Sahi, Yasin BÖRÜ ve arkadaşlarının katillerini kim yargılamalı?

 

İlahi adaletin tecellisiyle ilgili bir kuşkumuz yok, ancak parlak(!) mantığına göre kim yargılamalı, diye soruyorum.

 

Kazıklı Voyvoda mı?

 

Hayır, sadece kazığa geçiriyor.

 

IŞİD mi?

 

Olmaz, kelle uçuruyor.

 

Öyle bir hâkim olmalı ki;

 

Darp ettirmeli, bıçaklatmalı, 3. kattan attırmalı, arabayla üzerinden geçecek bir dişi bulmalı ve zılgıt çalan kancıklar eşliğinde cesetlerini yaktırmalı.

 

Dünyada bütün bu ölüm çeşitlerini bilen bir hâkim var mı?

 

Hani bıyık altından gülmeden yargılaması babında söylüyorum.

 

Sonra molotofun silah olup olmadığı tartışmasında “Serap'a atılan molotof, MİT'çiler tarafından atılmış; İdris Naim ŞAHİN söyledi.

 

AKP'nin içinden biriydi. O daha iyi biliyor.”dedin.

 

AKP'nin içinden gelenin söyledikleri doğru ve ona inanmak gerekiyor.

 

Güzel!...

 

Öyleyse, PKK'nin tepesinden Selim ÇÜRÜKKAYA'nın“APO'nun Ayetleri” kitabında geçenleri neden yabana atıyorsun?

 

Bilindiği gibi, PKK'nın öldürdüğü, sonra taziye düzenleyip kahramanlaştırdığı on beş bin civarındaki Kürt gencinden bahsediyor, örgütün içinden gelen ÇÜRÜKKAYA.

 

Üstelik ÇÜRÜKKAYA'nın ilk kitabı, örgüte eleman kazandırma aracıydı, yazarı da efsane...”

 

 

 

 

 

 

 

 

 

  M.İKBAL ATAK,

 

1990'ların Polis İnfaz Timleri Batman ile Sınırlı Değil…”

İsimli yazısında, 2000 yılındaki Beykoz Operasyonundan sonra Kürt illerinde başlatılan ve kısa sürede Türkiye’nin tamamına yayılan operasyon furyasının cadı avının ötesine taşındığını söyleyerek, bu dönemde oluşturulan algı operasyonuyla da 28 Şubat yorgunu İslamcı zevatın bu hukuksuzluklara sesini çıkarmadığını aksine bunun bir arınma vesilesi gibi gördüğünü ifade etmiş. Yazar yazısında, Hizbullah arşivinin gizlendiğini ve gerçeklerin bu şekilde gizemini koruduğunu, oluşturulan bu algı sebebiyle de kısa sürede gözaltı ve tutuklamaların sayısının bir anda on binlerle ifade edilir hale geldiği halde ve yapılan tüm hukuksuzlukları sorgulamak yerine bu kesimde bu operasyonlar için “oh olsun” dedirten noktalara gelindiğini yazmış.

Yazar yazısında, Hizbullah arşivinin sadece üye ve sempatizanları için değil, 1990'lı yılların karanlık dönemi içerisinde cereyan eden tüm hukuksuzluklar, devlet adına yürütülen kirli faaliyetlerin çok önemli bir bölümü için de çok önemli olduğunu yazmış. Yazar ayrıca, arşivin ele geçirildiği dönemde hala kilit görevlerde bulunan kirli aktörlerin, deşifre olma ihtimalinin verdiği panikle önce arşiv üzerinden algı operasyonuna yöneldiklerini, yaptıkları pisliklerin ortaya saçılmaması adına Cumhuriyet tarihinin neredeyse tüm kirli geçmişini Hizbullah arşivine yükleyerek yeni hukuksuzluklara kapı açtıklarını ve bütün ısrarlara rağmen bu arşivin hala sır olduğunu, kimseye açılmadığını yazmış. Yazar, bu arşivin kırıntılarının bile aslında 1990'lı yıllarda devlet adına işlenen insanlık suçlarının genel hatlarını ele verdiğini söyleyerek paralel çetelerin sebep olduğu Cevzet Soysal olayının benzerlerinin bölgenin her yerinde ama özellikle polis ve işbirlikçi hainler tarafından Diyarbakır’da yaygın olarak işlendiğini yazmış.

Yazar, M.K.’nin beyanlarında  Diyarbakır polisinin kendileriyle işbirliği yapması için şantaj yaptığını, kendisinin de bu işbirliğine mecbur kaldığını ve bundan sonra da bildiği Müslümanları göstererek ya öldürdüğünü veya öldürme eylemine yardım ettiğini söylediğini yazmış:

“ Polis, kendince önemli olabilecek şahıslar ve adres tespitlerini yapmak üzere M.K'yi zorlamaya başlıyor. M.K. ise kimleri polise gösterdiyse çok geçmeden o kimseler “Fail-i Polis cinayetlerine” maruz kalıyor.

 Polisin ısrarıyla “önemli şahısları” aramaya çıkan muhbir M.K, ilk olarak “Fail-i Meçhul” cinayete maruz kaldığını bildiğimiz Abdulkadir SELÇUK'un “Fail-i Polis” cinayetine uğradığını ortaya koyuyor.Polis namındaki üniformalı teröristler, Abdulkadir SELÇUK'un kanından zevk almış olmalılar ki, muhbir M.K'yi yeni isimler bulma konusunda zorlamaya başlıyor:

“Daha sonra polis ısrarla benden Şehid Selçuk konumunda olabilecek kişilerin isimlerini ve adreslerini istedi. Polis Durdu ile 5 Nisan Mah.  aramaya başladık. Bir ara Şehid Ahmed'i bir sokakta gördüm ve polis Durdu'ya gösterdim. Gösterdiğimden kısa bir süre sonra Şehid Ahmed de gösterdiğim sokağın hemen yanında vuruldu ve şehid edildi…  

 Durdu bana kızmıştı ve bir sürü fırça attı. Ardından da Mus'ab ve Hamza olarak tanıttığı iki kişiyle beraber Kıbrıs Pasajı'nda işyeri bulunan Molla Mahmud'u vurmamız için bizi görevlendirdi. Polis Durdu, her birimize birer silah verdi. Ben hem Molla Mahmud'u tanıdığımdan, hem de işyerini ve gittiği camiyi bildiğimden sadece gösterme ve gözetleme görevi yapacaktım. Ayrıca polis Durdu, bize endişelenmememiz gerektiğini, çünkü aynı anda o civarda polis korumasının da olacağını ve hiçbir sorunun yaşanmayacağı hususunda bize teminat verdi. Kıbrıs pasajının yanına geldiğimizde ben pasajın içerisine girdim, diğer iki şahıs ise yanındaki Or-Yıl pasajı civarında kaldılar. Pasajın içerisine girdiğimde Molla Mahmud'un çıkmak için hazırlık yaptığını gördüm. Bu arada koruma görevi yapacak polisleri arıyordum, ama bir türlü bulamıyordum. Hemen o iki şahsa işaret verdim. O iki şahıs gelip silahları ateşlemeye başladılar... Ergenekon sürecinde bazı karanlık hadiselerin üzerine gidilirken Emniyet kanadında boğazlarına kadar kirli işlere bulaşmış terörist polis yapılanmasının üzerine gidilmemiş olması, Emniyet'te örgütlü bir durum arz eden ve bugünkü koşullarda adından söz ettiren “Paralel kumpasları” işaret ediyor.

Cevzet SOYSAL olayıyla ilgili tanık polisin verdiği ifadeler, bugünkü derin yapılanmanın aslında son dönemin ürünü olmadığı, bunların kökünün 1990'lı yıllara dayandığına işaret ediyor. Cevzet SOYSAL'ı katleden polislerin isimleri artık savcıların önünde. Ancak Molla Gıyasettin'i öldürten Komiser Ali Doğan'lar, Polis Hakan'lar, Polis Ahmet'ler, Polis Ertuğrullar… Komiser Durdu'lar, Polis Taci'ler hala deşifre edilmeyi bekliyorlar.”

 

Köşe yazısı:

Yazar yazısında, Hizbullah arşivinin sadece üye ve sempatizanları için değil, 1990'lı yılların karanlık dönemi içerisinde cereyan eden tüm hukuksuzluklar, devlet adına yürütülen kirli faaliyetlerin çok önemli bir bölümü için de çok önemli olduğunu yazmış. Yazar ayrıca, arşivin ele geçirildiği dönemde hala kilit görevlerde bulunan kirli aktörlerin, deşifre olma ihtimalinin verdiği panikle önce arşiv üzerinden algı operasyonuna yöneldiklerini, yaptıkları pisliklerin ortaya saçılmaması adına Cumhuriyet tarihinin neredeyse tüm kirli geçmişini Hizbullah arşivine yükleyerek yeni hukuksuzluklara kapı açtıklarını ve bütün ısrarlara rağmen bu arşivin hala sır olduğunu, kimseye açılmadığını yazmış.

 

ABDULKADİR SELVİ,

“Öcalan’a Kandil Darbesi”

İsimli yazısında Kandil ve HDP’nin birlikte, Öcalan’ı açığa düşürme pahasına silahsızlanma çağrısını engellediklerini, HDP’nin Kandil’in yanında durmak suretiyle Öcalan’ın  mesajını kamuoyuyla paylaşmadığını yazmış. Yazar, oysaki diyerekÇözüm süreciyle ilgili yürütülen temaslarda önemli bir aşamaya gelindiğini,  Öcalan, PKK’nın silahlı mücadeleyi bırakması yönünde  irade beyanında bulunduğunu, sadece Öcalan’ın irade beyanıyla yetinilmemesi konusunda HDP ile hükümet arasında bir görüş birliğine varıldığını, buna göre çözüm sürecinden sorumlu Başbakan Yardımcısı Yalçın Akdoğan’ın başkanlığında hükümet ve AK Parti temsilcilerinin de katılımıyla ortak bir irade beyanında bulunulduğunu, açıklanacak metinin  hazırlandığını, açıklamada bulunacak isimlerin dahi belirlendiğini, açıklamanın birkaç dilde yapılması konusunda dahi mutabakata varıldığını ancak  Ankara’da açıklama yapılacak olan mekan hazırlanırken, Öcalan’ın mesajının Kandil’den veto yediğini yazmış.

Yazar, peki öyleyse hükümet ile PKK 2 yıldır neyi görüşüyor dedikten sonra şunları yazmış:

“Böylece 2013 Nevruz’un da “Silahlı mücadele dönemi bitti, siyasi mücadele dönemi başladı” diyen Öcalan’ın, 2 yıl sonra benzer ifadelerini içeren mesajı, Kandil’in karşı koyması üzerine açıklanamadı.

Peki o zaman 2 yıldır PKK hareketi ile Hükümet ne görüşüyor? Çözüm süreci PKK’nın silahlı mücadeleyi bırakması, hükümetin ise demokratik mücadelenin önünü açacak yasal zemini oluşturması ve Kürt sorunun çözümünün silahlı değil, sivil siyasetle yapılması gerçeği üzerinden yapılmıyor muydu..?

HDP, Öcalan’ın silahsızlanma çağrısını kamuoyuna açıklamamak ve Kandil’in silahlı mücadeleye devam eden tutumunun yanında saf tutmakla tercihini İmralı’dan yana değil, Kandil’den yana yaptı. Böylece, kendisini silahlı mücadeleyi tercih eden bir siyasi parti konumuna düşürdü.

Oysa, çözüm süreciyle birlikte PKK’ya ve onun siyasi uzantısı olan HDP’ye, barış adına onurlu bir çıkış sunulmuştu. Ancak Kandil buna fırsat vermedi. Gelinen aşamada iki sorunun cevabının verilmesi gerekiyor?

1-HDP, Öcalan’ın kendilerine teslim ettiği mesajı niye açıklamıyor?

2-Mesajının açıklanmasını engellemek ve silahsızlanma çağrısını boşa çıkarmak suretiyle Kandil, Öcalan’ın liderliğini tartışır hale mi getiriyor?

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 ALPER TAN,

“Ölüm Simsarlığı ve Titreme Zamanı”

İsimli yazısında, geçen hafta çarşamba günü vahşi bir cinayete kurban giden üniversite öğrencisi Özgecan Aslan üzerine bir değerlendirme yapmış. Yazar yazısında, bu cinayet karşısında gösterilen tepkilerin doğru ve yerinde olduğunu ancak yapılan bazı eylemlerin utanç verici şekle dönüştüğünü söylemiş. Yazar, Özgecan'ın hunharca yakılmış naaşı üzerinden TV ratinglerini yükseltme, internet sitelerinin "tık" sayısını arttırma, TV'de yapılan şenliğe ve eğlenceye Özgecan'ın resimlerini yakalara takarak göbek atma, kadına karşı cinayetlerde uluslararası farkındalık adı altında kadınların topluca sokak dansı yapma bayağılıklarını izlediklerini söyleyerek, bir gazetenin de "kadınları taciz" konusunda, "hadi sen de anlat" kampanyası başlatarak taciz olayını sıradanlaştırma çabaları gibi iğrençlikler içerdiğini, bu korkunç olaydan sonra sıradan sebeplerle insanların öldürülmeye devam ettiğini not düştükten sonra şunları yazmış:

“ Bunu nasıl izah etmeyi düşünüyoruz. Bu cinnet hali nerelerden kaynaklanıyor? Topyekun bu yaşananlar aslında millet olarak üzerinde yoğun bir şekilde düşünmemizi gerektirmiyor mu?

 Aileden başlayarak, okulların, çevrenin, medyanın, dizilerin, uydu yayınlarının, internet dünyasının yaşanan kültürel bozuklukların, inanç zafiyetlerinin ve başka faktörlerin mercek altına alınması ve derinlemesine irdelenmesi gerekiyor.

Eski devletin laik nesiller yetiştirme zorbalıklarının, Kur'an kurslarını kapatma noktasına kadar gelen, 28 Şubatçıların din düşmanlıklarının ve ikna odalarını icat edenlerin öğretilerinin bu yaşananlarda hiçbir etkisi olmamış mıdır? 28 Şubat ve öncesinde ekilenleri biçmeye mi başladık? 

Millet olarak topyekün kendimizi sorgulama vaktidir. Nerde hata yapıyoruz diye titreme sürecindeyiz. Günübirlik yüzeysel pansuman tedbirler alarak geçiştirmek değil, derin tahliller yaparak radikal adımlar atmak zorundayız. Yoksa her geçen dakikayı kaybediyoruz.”

Kenar Yazısı:

Eski devletin laik nesiller yetiştirme zorbalıklarının, Kur'an kurslarını kapatma noktasına kadar gelen, 28 Şubatçıların din düşmanlıklarının ve ikna odalarını icat edenlerin öğretilerinin bu yaşananlarda hiçbir etkisi olmamış mıdır? 28 Şubat ve öncesinde ekilenleri biçmeye mi başladık? 

 

 

KENAN ALPAY,

“29 Yıl Hapis Az, 1 Yıl Denetimli Serbestlik Çok “

İsimli yazısında, tam 29 yıldır cezaevinde bulunan Rıdvan Çağrıcı üzerinden hem yargının ideolojik arka planını hem kadrolarıyla tutarsızlığını hem de verilen kararların hukuktan nasipsiz irkiltici yüzüne değinmiş. Yazar yazısında, bu aralar yargıya çöreklenen ve Müslümanlar başta olmak üzere ele geçirdiklerini  delil toplamadan, derin şaibeler içeren, karanlık kumpaslar kurarak mahkum eden Fetullahçı takımdan önce Müslümanlara  aynı komploları kuran Kemalist- ulusalcı kadroların bulunduğunu ve bu kadroların “Sivas Davası, İslami Hareket, Jak Kamhi, Menzil, Hizbullah, Hizbut Tahrir, AFİD gibi dava süreçlerinde Devlet Güvenlik Mahkemeleri (DGM)’nin 15-20 günlük işkenceli sorgulamaların ardından Engizisyon misali giyotinlerini tam mesai çalıştırmakta bir beis görmediklerini yazmış. Bu mahkemelerin mağdurlarından birinin de

-uyduruk sebeplerden- 29 yıldan beri hapis yatan Rıdvan Çağrıcı olduğunu yazmış. Yazar, 29 yıldan sonra denetimli serbestlikten dışarı çıkması gereken Çağrıcı için bu kez de zalimce ve adaletten nasibini almamış Bolu F Tipi Cezaevi idaresi tarafından verilen ‘ bir raporla bu hakkının da gasp edildiğini yazmış. Yazar yazısında, cezaevi yönetiminin raporunda yer verdiği iddiaları ise insanlık dışı kabul etmiş:

“Adalet Bakanlığı’na Bolu F Tipi Cezaevi idaresi tarafından verilen ‘rapor’ Çağrıcı’yı bu haktan mahrum eden biricik faktör. Cezaevi Müdürü Başkanlığında kurulan idare ve gözlem kurulu ‘Açık Cezaevine Ayrılma hükümlerinden istifade edemeyeceğine dair işgüzarca ve insafsızca, hem yasa hem de hukuk dışı bir tutum alırken bakın hangi gerekçeyi ileri sürüyor?: “Cezaevinde düzenlenen sosyal faaliyet programlarına terör örgütü olan İslami Hareket ve Hizbullah terör örgüt üyesi arkadaşlarıyla birlikte faaliyetlere katıldığı ve örgüt üyeleri ile aynı odada barındığı gerekçe göstererek Rıdvan Çağrıcı’nın Açık Cezaevine ayrılma hakkından istifade ettirilmemesi yönünde rapor düzenlemiştir.”

İyi ama bir mahkûmun cezaevinde düzenlenen sosyal faaliyetlere kiminle katılabileceği, kiminle katılamayacağı da cezaevi müdürü ve idare tarafından tayin ediliyorken bu saçma ve zorbaca isnat da nereden çıktı şimdi? Ne bekleniyordu Çağrıcı’dan, uzun yıllardır tek başına evet TEK BAŞINA kaldığı hücreden hiç çıkmaması ve hiçbir sosyal faaliyete katılmaması mı? Böyle zalimce bir teklif ve beklenti sahibinin adaletten nasiplendiğini kim iddia edebilir ki?”

HAMİT YAZ,

Dindar Nesil mi Kindar Nesil mi?”

İsimli yazısında, Sayın cumhurbaşkanının “Dindar nesil yetiştireceğiz” sözlerine atıfta bulunarak bu eğitim sistemi, bu dine- dindara mesafeli ve üstten bakmalarla  dindar nesillerin değil, kindar nesillerin yetişebileceğini yazmış.  Yazar ayrıca, okullarda Kur’an-ı Kerim ve Siyer gibi seçmeli ders olarak okutulmaya başlanan derslerin okutulmasına olan tahammülsüzlükleri, ithamları, başını örtmek isteyen kız öğrencilerin karşısına dikilmeleri de değinmiş yazısında:

“Cumhurbaşkanı “dindar nesil istiyorum” dediğinde, Nişantaşı elitleri, gezi medyası, ve “gezizakalı seküler merkez ve çevresini” oluşturan sizler, Erdoğan’ı linç ederek, asıl ifade özgürlüğüne siz engel oldunuz, asıl despotluğu ve tiranlığı siz yaptınız!

Dindar nesli istemeyen, Atatürkçülük retoriği yaparak rantlarını ve saltanatlarını sürdüren, ezan sesi duyunca cin çarpmışa dönen ve  dindarlara öcü gözüyle bakan sizler, bu ülkede sadece bir azınlıksınız. Ama sadece sesi çok çıkan, medya gücü olan, gündem oluşturabilen ve haksızlığını dahi haklı gösterme imkanı bulan bir azınlık. Bu da sadece sesinizi gür çıkarıyor ama haklı olduğunuzu kanıtlamıyor bunu bilin. Kendinize gelin ve şunu bilin ki;

İslam,  kadının “insan”lığının tartışıldığı, diri diri toprağa gömüldüğü ve bir meta olarak kullanıldığı bir pozisyondan; cenneti ayağının altına sererek ona hak ettiği yeri ve değeri  vermiş ve toplumu  dönüştürmüş bir dindir.”

 Köşe yazısı:

“Cumhurbaşkanı “dindar nesil istiyorum” dediğinde, Nişantaşı elitleri, gezi medyası, ve “gezizakalı seküler merkez ve çevresini” oluşturan sizler, Erdoğan’ı linç ederek, asıl ifade özgürlüğüne siz engel oldunuz, asıl despotluğu ve tiranlığı siz yaptınız!

 

ABDULLAH GÜNEŞ,

“Şeytan'ın Avukatı”

İsimli yazısında, Demirtaş’ın üzerinde Yasin BÖRÜ ve arkadaşlarının kanı dururken, son grup toplantısında Özgecan’ın katledilmesi üzerine söylediği ve inandırıcı olmayan açıklamalarını – kendine özgü üslubuyla- eleştirmiş.

Yazar yazısında, 6-8 Ekim olaylarında darp edilen, defalarca bıçaklanan, 3. kattan atılan, üzerinden araçla geçilen, zılgıtlar eşliğinde cesedi yakılan Yasin'den sonra Demirtaş’ın, Özgecan'ın ismini ağzına almasının  Özgecan'ın ruhunu incittiğini, üç gün devam eden katliamdan sonra kameralar karşısında boncuk boncuk terlemenin onu aklamaya yetmeyeceğini söyledikten sonra Demirtaş’ın Özgecan’ın katilleri için sunduğu öneriyi ise muhteşem(!) olarak bulduğunu söylemiş, ardından Yasin ve arkadaşlarını katleden çete için önerisinin neler olabileceğini sıralamış:

 

“Sayın(!) Demirtaş, Ne diyordun?

 

“Ben avukatım, tecavüzcüleri ve kadına şiddet uygulayanları kadın hâkimler yargılamalı, erkek hâkimlerin bazıları bıyık altında gülüyor.”

 

Peh, peh, peh…

 

Bıyıksız hâkim de gülüyor mu Avukat Bey(!)

 

Tecavüzcüyü yargılayan hâkimin bayan olmasının dışında tecavüze uğramış olması da gerekiyor mu?

 

Hani tecavüze uğramamışsa yine bıyık altında gülebilir, diyorum.

 

Sahi, Yasin BÖRÜ ve arkadaşlarının katillerini kim yargılamalı?

 

İlahi adaletin tecellisiyle ilgili bir kuşkumuz yok, ancak parlak(!) mantığına göre kim yargılamalı, diye soruyorum.

 

Kazıklı Voyvoda mı?

 

Hayır, sadece kazığa geçiriyor.

 

IŞİD mi?

 

Olmaz, kelle uçuruyor.

 

Öyle bir hâkim olmalı ki;

 

Darp ettirmeli, bıçaklatmalı, 3. kattan attırmalı, arabayla üzerinden geçecek bir dişi bulmalı ve zılgıt çalan kancıklar eşliğinde cesetlerini yaktırmalı.

 

Dünyada bütün bu ölüm çeşitlerini bilen bir hâkim var mı?

 

Hani bıyık altından gülmeden yargılaması babında söylüyorum.

 

Sonra molotofun silah olup olmadığı tartışmasında “Serap'a atılan molotof, MİT'çiler tarafından atılmış; İdris Naim ŞAHİN söyledi.

 

AKP'nin içinden biriydi. O daha iyi biliyor.”dedin.

 

AKP'nin içinden gelenin söyledikleri doğru ve ona inanmak gerekiyor.

 

Güzel!...

 

Öyleyse, PKK'nin tepesinden Selim ÇÜRÜKKAYA'nın“APO'nun Ayetleri” kitabında geçenleri neden yabana atıyorsun?

 

Bilindiği gibi, PKK'nın öldürdüğü, sonra taziye düzenleyip kahramanlaştırdığı on beş bin civarındaki Kürt gencinden bahsediyor, örgütün içinden gelen ÇÜRÜKKAYA.

 

Üstelik ÇÜRÜKKAYA'nın ilk kitabı, örgüte eleman kazandırma aracıydı, yazarı da efsane...”

 

 

 

 

 

 

 

 

 

  M.İKBAL ATAK,

 

1990'ların Polis İnfaz Timleri Batman ile Sınırlı Değil…”

İsimli yazısında, 2000 yılındaki Beykoz Operasyonundan sonra Kürt illerinde başlatılan ve kısa sürede Türkiye’nin tamamına yayılan operasyon furyasının cadı avının ötesine taşındığını söyleyerek, bu dönemde oluşturulan algı operasyonuyla da 28 Şubat yorgunu İslamcı zevatın bu hukuksuzluklara sesini çıkarmadığını aksine bunun bir arınma vesilesi gibi gördüğünü ifade etmiş. Yazar yazısında, Hizbullah arşivinin gizlendiğini ve gerçeklerin bu şekilde gizemini koruduğunu, oluşturulan bu algı sebebiyle de kısa sürede gözaltı ve tutuklamaların sayısının bir anda on binlerle ifade edilir hale geldiği halde ve yapılan tüm hukuksuzlukları sorgulamak yerine bu kesimde bu operasyonlar için “oh olsun” dedirten noktalara gelindiğini yazmış.

Yazar yazısında, Hizbullah arşivinin sadece üye ve sempatizanları için değil, 1990'lı yılların karanlık dönemi içerisinde cereyan eden tüm hukuksuzluklar, devlet adına yürütülen kirli faaliyetlerin çok önemli bir bölümü için de çok önemli olduğunu yazmış. Yazar ayrıca, arşivin ele geçirildiği dönemde hala kilit görevlerde bulunan kirli aktörlerin, deşifre olma ihtimalinin verdiği panikle önce arşiv üzerinden algı operasyonuna yöneldiklerini, yaptıkları pisliklerin ortaya saçılmaması adına Cumhuriyet tarihinin neredeyse tüm kirli geçmişini Hizbullah arşivine yükleyerek yeni hukuksuzluklara kapı açtıklarını ve bütün ısrarlara rağmen bu arşivin hala sır olduğunu, kimseye açılmadığını yazmış. Yazar, bu arşivin kırıntılarının bile aslında 1990'lı yıllarda devlet adına işlenen insanlık suçlarının genel hatlarını ele verdiğini söyleyerek paralel çetelerin sebep olduğu Cevzet Soysal olayının benzerlerinin bölgenin her yerinde ama özellikle polis ve işbirlikçi hainler tarafından Diyarbakır’da yaygın olarak işlendiğini yazmış.

Yazar, M.K.’nin beyanlarında  Diyarbakır polisinin kendileriyle işbirliği yapması için şantaj yaptığını, kendisinin de bu işbirliğine mecbur kaldığını ve bundan sonra da bildiği Müslümanları göstererek ya öldürdüğünü veya öldürme eylemine yardım ettiğini söylediğini yazmış:

“ Polis, kendince önemli olabilecek şahıslar ve adres tespitlerini yapmak üzere M.K'yi zorlamaya başlıyor. M.K. ise kimleri polise gösterdiyse çok geçmeden o kimseler “Fail-i Polis cinayetlerine” maruz kalıyor.

 Polisin ısrarıyla “önemli şahısları” aramaya çıkan muhbir M.K, ilk olarak “Fail-i Meçhul” cinayete maruz kaldığını bildiğimiz Abdulkadir SELÇUK'un “Fail-i Polis” cinayetine uğradığını ortaya koyuyor.Polis namındaki üniformalı teröristler, Abdulkadir SELÇUK'un kanından zevk almış olmalılar ki, muhbir M.K'yi yeni isimler bulma konusunda zorlamaya başlıyor:

“Daha sonra polis ısrarla benden Şehid Selçuk konumunda olabilecek kişilerin isimlerini ve adreslerini istedi. Polis Durdu ile 5 Nisan Mah.  aramaya başladık. Bir ara Şehid Ahmed'i bir sokakta gördüm ve polis Durdu'ya gösterdim. Gösterdiğimden kısa bir süre sonra Şehid Ahmed de gösterdiğim sokağın hemen yanında vuruldu ve şehid edildi…  

 Durdu bana kızmıştı ve bir sürü fırça attı. Ardından da Mus'ab ve Hamza olarak tanıttığı iki kişiyle beraber Kıbrıs Pasajı'nda işyeri bulunan Molla Mahmud'u vurmamız için bizi görevlendirdi. Polis Durdu, her birimize birer silah verdi. Ben hem Molla Mahmud'u tanıdığımdan, hem de işyerini ve gittiği camiyi bildiğimden sadece gösterme ve gözetleme görevi yapacaktım. Ayrıca polis Durdu, bize endişelenmememiz gerektiğini, çünkü aynı anda o civarda polis korumasının da olacağını ve hiçbir sorunun yaşanmayacağı hususunda bize teminat verdi. Kıbrıs pasajının yanına geldiğimizde ben pasajın içerisine girdim, diğer iki şahıs ise yanındaki Or-Yıl pasajı civarında kaldılar. Pasajın içerisine girdiğimde Molla Mahmud'un çıkmak için hazırlık yaptığını gördüm. Bu arada koruma görevi yapacak polisleri arıyordum, ama bir türlü bulamıyordum. Hemen o iki şahsa işaret verdim. O iki şahıs gelip silahları ateşlemeye başladılar... Ergenekon sürecinde bazı karanlık hadiselerin üzerine gidilirken Emniyet kanadında boğazlarına kadar kirli işlere bulaşmış terörist polis yapılanmasının üzerine gidilmemiş olması, Emniyet'te örgütlü bir durum arz eden ve bugünkü koşullarda adından söz ettiren “Paralel kumpasları” işaret ediyor.

Cevzet SOYSAL olayıyla ilgili tanık polisin verdiği ifadeler, bugünkü derin yapılanmanın aslında son dönemin ürünü olmadığı, bunların kökünün 1990'lı yıllara dayandığına işaret ediyor. Cevzet SOYSAL'ı katleden polislerin isimleri artık savcıların önünde. Ancak Molla Gıyasettin'i öldürten Komiser Ali Doğan'lar, Polis Hakan'lar, Polis Ahmet'ler, Polis Ertuğrullar… Komiser Durdu'lar, Polis Taci'ler hala deşifre edilmeyi bekliyorlar.”

 

Köşe yazısı:

Yazar yazısında, Hizbullah arşivinin sadece üye ve sempatizanları için değil, 1990'lı yılların karanlık dönemi içerisinde cereyan eden tüm hukuksuzluklar, devlet adına yürütülen kirli faaliyetlerin çok önemli bir bölümü için de çok önemli olduğunu yazmış. Yazar ayrıca, arşivin ele geçirildiği dönemde hala kilit görevlerde bulunan kirli aktörlerin, deşifre olma ihtimalinin verdiği panikle önce arşiv üzerinden algı operasyonuna yöneldiklerini, yaptıkları pisliklerin ortaya saçılmaması adına Cumhuriyet tarihinin neredeyse tüm kirli geçmişini Hizbullah arşivine yükleyerek yeni hukuksuzluklara kapı açtıklarını ve bütün ısrarlara rağmen bu arşivin hala sır olduğunu, kimseye açılmadığını yazmış.

 

ABDULKADİR SELVİ,

“Öcalan’a Kandil Darbesi”

İsimli yazısında Kandil ve HDP’nin birlikte, Öcalan’ı açığa düşürme pahasına silahsızlanma çağrısını engellediklerini, HDP’nin Kandil’in yanında durmak suretiyle Öcalan’ın  mesajını kamuoyuyla paylaşmadığını yazmış. Yazar, oysaki diyerekÇözüm süreciyle ilgili yürütülen temaslarda önemli bir aşamaya gelindiğini,  Öcalan, PKK’nın silahlı mücadeleyi bırakması yönünde  irade beyanında bulunduğunu, sadece Öcalan’ın irade beyanıyla yetinilmemesi konusunda HDP ile hükümet arasında bir görüş birliğine varıldığını, buna göre çözüm sürecinden sorumlu Başbakan Yardımcısı Yalçın Akdoğan’ın başkanlığında hükümet ve AK Parti temsilcilerinin de katılımıyla ortak bir irade beyanında bulunulduğunu, açıklanacak metinin  hazırlandığını, açıklamada bulunacak isimlerin dahi belirlendiğini, açıklamanın birkaç dilde yapılması konusunda dahi mutabakata varıldığını ancak  Ankara’da açıklama yapılacak olan mekan hazırlanırken, Öcalan’ın mesajının Kandil’den veto yediğini yazmış.

Yazar, peki öyleyse hükümet ile PKK 2 yıldır neyi görüşüyor dedikten sonra şunları yazmış:

“Böylece 2013 Nevruz’un da “Silahlı mücadele dönemi bitti, siyasi mücadele dönemi başladı” diyen Öcalan’ın, 2 yıl sonra benzer ifadelerini içeren mesajı, Kandil’in karşı koyması üzerine açıklanamadı.

Peki o zaman 2 yıldır PKK hareketi ile Hükümet ne görüşüyor? Çözüm süreci PKK’nın silahlı mücadeleyi bırakması, hükümetin ise demokratik mücadelenin önünü açacak yasal zemini oluşturması ve Kürt sorunun çözümünün silahlı değil, sivil siyasetle yapılması gerçeği üzerinden yapılmıyor muydu..?

HDP, Öcalan’ın silahsızlanma çağrısını kamuoyuna açıklamamak ve Kandil’in silahlı mücadeleye devam eden tutumunun yanında saf tutmakla tercihini İmralı’dan yana değil, Kandil’den yana yaptı. Böylece, kendisini silahlı mücadeleyi tercih eden bir siyasi parti konumuna düşürdü.

Oysa, çözüm süreciyle birlikte PKK’ya ve onun siyasi uzantısı olan HDP’ye, barış adına onurlu bir çıkış sunulmuştu. Ancak Kandil buna fırsat vermedi. Gelinen aşamada iki sorunun cevabının verilmesi gerekiyor?

1-HDP, Öcalan’ın kendilerine teslim ettiği mesajı niye açıklamıyor?

2-Mesajının açıklanmasını engellemek ve silahsızlanma çağrısını boşa çıkarmak suretiyle Kandil, Öcalan’ın liderliğini tartışır hale mi getiriyor?

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 ALPER TAN,

“Ölüm Simsarlığı ve Titreme Zamanı”

İsimli yazısında, geçen hafta çarşamba günü vahşi bir cinayete kurban giden üniversite öğrencisi Özgecan Aslan üzerine bir değerlendirme yapmış. Yazar yazısında, bu cinayet karşısında gösterilen tepkilerin doğru ve yerinde olduğunu ancak yapılan bazı eylemlerin utanç verici şekle dönüştüğünü söylemiş. Yazar, Özgecan'ın hunharca yakılmış naaşı üzerinden TV ratinglerini yükseltme, internet sitelerinin "tık" sayısını arttırma, TV'de yapılan şenliğe ve eğlenceye Özgecan'ın resimlerini yakalara takarak göbek atma, kadına karşı cinayetlerde uluslararası farkındalık adı altında kadınların topluca sokak dansı yapma bayağılıklarını izlediklerini söyleyerek, bir gazetenin de "kadınları taciz" konusunda, "hadi sen de anlat" kampanyası başlatarak taciz olayını sıradanlaştırma çabaları gibi iğrençlikler içerdiğini, bu korkunç olaydan sonra sıradan sebeplerle insanların öldürülmeye devam ettiğini not düştükten sonra şunları yazmış:

“ Bunu nasıl izah etmeyi düşünüyoruz. Bu cinnet hali nerelerden kaynaklanıyor? Topyekun bu yaşananlar aslında millet olarak üzerinde yoğun bir şekilde düşünmemizi gerektirmiyor mu?

 Aileden başlayarak, okulların, çevrenin, medyanın, dizilerin, uydu yayınlarının, internet dünyasının yaşanan kültürel bozuklukların, inanç zafiyetlerinin ve başka faktörlerin mercek altına alınması ve derinlemesine irdelenmesi gerekiyor.

Eski devletin laik nesiller yetiştirme zorbalıklarının, Kur'an kurslarını kapatma noktasına kadar gelen, 28 Şubatçıların din düşmanlıklarının ve ikna odalarını icat edenlerin öğretilerinin bu yaşananlarda hiçbir etkisi olmamış mıdır? 28 Şubat ve öncesinde ekilenleri biçmeye mi başladık? 

Millet olarak topyekün kendimizi sorgulama vaktidir. Nerde hata yapıyoruz diye titreme sürecindeyiz. Günübirlik yüzeysel pansuman tedbirler alarak geçiştirmek değil, derin tahliller yaparak radikal adımlar atmak zorundayız. Yoksa her geçen dakikayı kaybediyoruz.”

Kenar Yazısı:

Eski devletin laik nesiller yetiştirme zorbalıklarının, Kur'an kurslarını kapatma noktasına kadar gelen, 28 Şubatçıların din düşmanlıklarının ve ikna odalarını icat edenlerin öğretilerinin bu yaşananlarda hiçbir etkisi olmamış mıdır? 28 Şubat ve öncesinde ekilenleri biçmeye mi başladık? 

 

 

KENAN ALPAY,

“29 Yıl Hapis Az, 1 Yıl Denetimli Serbestlik Çok “

İsimli yazısında, tam 29 yıldır cezaevinde bulunan Rıdvan Çağrıcı üzerinden hem yargının ideolojik arka planını hem kadrolarıyla tutarsızlığını hem de verilen kararların hukuktan nasipsiz irkiltici yüzüne değinmiş. Yazar yazısında, bu aralar yargıya çöreklenen ve Müslümanlar başta olmak üzere ele geçirdiklerini  delil toplamadan, derin şaibeler içeren, karanlık kumpaslar kurarak mahkum eden Fetullahçı takımdan önce Müslümanlara  aynı komploları kuran Kemalist- ulusalcı kadroların bulunduğunu ve bu kadroların “Sivas Davası, İslami Hareket, Jak Kamhi, Menzil, Hizbullah, Hizbut Tahrir, AFİD gibi dava süreçlerinde Devlet Güvenlik Mahkemeleri (DGM)’nin 15-20 günlük işkenceli sorgulamaların ardından Engizisyon misali giyotinlerini tam mesai çalıştırmakta bir beis görmediklerini yazmış. Bu mahkemelerin mağdurlarından birinin de

-uyduruk sebeplerden- 29 yıldan beri hapis yatan Rıdvan Çağrıcı olduğunu yazmış. Yazar, 29 yıldan sonra denetimli serbestlikten dışarı çıkması gereken Çağrıcı için bu kez de zalimce ve adaletten nasibini almamış Bolu F Tipi Cezaevi idaresi tarafından verilen ‘ bir raporla bu hakkının da gasp edildiğini yazmış. Yazar yazısında, cezaevi yönetiminin raporunda yer verdiği iddiaları ise insanlık dışı kabul etmiş:

“Adalet Bakanlığı’na Bolu F Tipi Cezaevi idaresi tarafından verilen ‘rapor’ Çağrıcı’yı bu haktan mahrum eden biricik faktör. Cezaevi Müdürü Başkanlığında kurulan idare ve gözlem kurulu ‘Açık Cezaevine Ayrılma hükümlerinden istifade edemeyeceğine dair işgüzarca ve insafsızca, hem yasa hem de hukuk dışı bir tutum alırken bakın hangi gerekçeyi ileri sürüyor?: “Cezaevinde düzenlenen sosyal faaliyet programlarına terör örgütü olan İslami Hareket ve Hizbullah terör örgüt üyesi arkadaşlarıyla birlikte faaliyetlere katıldığı ve örgüt üyeleri ile aynı odada barındığı gerekçe göstererek Rıdvan Çağrıcı’nın Açık Cezaevine ayrılma hakkından istifade ettirilmemesi yönünde rapor düzenlemiştir.”

İyi ama bir mahkûmun cezaevinde düzenlenen sosyal faaliyetlere kiminle katılabileceği, kiminle katılamayacağı da cezaevi müdürü ve idare tarafından tayin ediliyorken bu saçma ve zorbaca isnat da nereden çıktı şimdi? Ne bekleniyordu Çağrıcı’dan, uzun yıllardır tek başına evet TEK BAŞINA kaldığı hücreden hiç çıkmaması ve hiçbir sosyal faaliyete katılmaması mı? Böyle zalimce bir teklif ve beklenti sahibinin adaletten nasiplendiğini kim iddia edebilir ki?”

HAMİT YAZ,

Dindar Nesil mi Kindar Nesil mi?”

İsimli yazısında, Sayın cumhurbaşkanının “Dindar nesil yetiştireceğiz” sözlerine atıfta bulunarak bu eğitim sistemi, bu dine- dindara mesafeli ve üstten bakmalarla  dindar nesillerin değil, kindar nesillerin yetişebileceğini yazmış.  Yazar ayrıca, okullarda Kur’an-ı Kerim ve Siyer gibi seçmeli ders olarak okutulmaya başlanan derslerin okutulmasına olan tahammülsüzlükleri, ithamları, başını örtmek isteyen kız öğrencilerin karşısına dikilmeleri de değinmiş yazısında:

“Cumhurbaşkanı “dindar nesil istiyorum” dediğinde, Nişantaşı elitleri, gezi medyası, ve “gezizakalı seküler merkez ve çevresini” oluşturan sizler, Erdoğan’ı linç ederek, asıl ifade özgürlüğüne siz engel oldunuz, asıl despotluğu ve tiranlığı siz yaptınız!

Dindar nesli istemeyen, Atatürkçülük retoriği yaparak rantlarını ve saltanatlarını sürdüren, ezan sesi duyunca cin çarpmışa dönen ve  dindarlara öcü gözüyle bakan sizler, bu ülkede sadece bir azınlıksınız. Ama sadece sesi çok çıkan, medya gücü olan, gündem oluşturabilen ve haksızlığını dahi haklı gösterme imkanı bulan bir azınlık. Bu da sadece sesinizi gür çıkarıyor ama haklı olduğunuzu kanıtlamıyor bunu bilin. Kendinize gelin ve şunu bilin ki;

İslam,  kadının “insan”lığının tartışıldığı, diri diri toprağa gömüldüğü ve bir meta olarak kullanıldığı bir pozisyondan; cenneti ayağının altına sererek ona hak ettiği yeri ve değeri  vermiş ve toplumu  dönüştürmüş bir dindir.”

 Köşe yazısı:

“Cumhurbaşkanı “dindar nesil istiyorum” dediğinde, Nişantaşı elitleri, gezi medyası, ve “gezizakalı seküler merkez ve çevresini” oluşturan sizler, Erdoğan’ı linç ederek, asıl ifade özgürlüğüne siz engel oldunuz, asıl despotluğu ve tiranlığı siz yaptınız!

 

ABDULLAH GÜNEŞ,

“Şeytan'ın Avukatı”

İsimli yazısında, Demirtaş’ın üzerinde Yasin BÖRÜ ve arkadaşlarının kanı dururken, son grup toplantısında Özgecan’ın katledilmesi üzerine söylediği ve inandırıcı olmayan açıklamalarını – kendine özgü üslubuyla- eleştirmiş.

Yazar yazısında, 6-8 Ekim olaylarında darp edilen, defalarca bıçaklanan, 3. kattan atılan, üzerinden araçla geçilen, zılgıtlar eşliğinde cesedi yakılan Yasin'den sonra Demirtaş’ın, Özgecan'ın ismini ağzına almasının  Özgecan'ın ruhunu incittiğini, üç gün devam eden katliamdan sonra kameralar karşısında boncuk boncuk terlemenin onu aklamaya yetmeyeceğini söyledikten sonra Demirtaş’ın Özgecan’ın katilleri için sunduğu öneriyi ise muhteşem(!) olarak bulduğunu söylemiş, ardından Yasin ve arkadaşlarını katleden çete için önerisinin neler olabileceğini sıralamış:

 

“Sayın(!) Demirtaş, Ne diyordun?

 

“Ben avukatım, tecavüzcüleri ve kadına şiddet uygulayanları kadın hâkimler yargılamalı, erkek hâkimlerin bazıları bıyık altında gülüyor.”

 

Peh, peh, peh…

 

Bıyıksız hâkim de gülüyor mu Avukat Bey(!)

 

Tecavüzcüyü yargılayan hâkimin bayan olmasının dışında tecavüze uğramış olması da gerekiyor mu?

 

Hani tecavüze uğramamışsa yine bıyık altında gülebilir, diyorum.

 

Sahi, Yasin BÖRÜ ve arkadaşlarının katillerini kim yargılamalı?

 

İlahi adaletin tecellisiyle ilgili bir kuşkumuz yok, ancak parlak(!) mantığına göre kim yargılamalı, diye soruyorum.

 

Kazıklı Voyvoda mı?

 

Hayır, sadece kazığa geçiriyor.

 

IŞİD mi?

 

Olmaz, kelle uçuruyor.

 

Öyle bir hâkim olmalı ki;

 

Darp ettirmeli, bıçaklatmalı, 3. kattan attırmalı, arabayla üzerinden geçecek bir dişi bulmalı ve zılgıt çalan kancıklar eşliğinde cesetlerini yaktırmalı.

 

Dünyada bütün bu ölüm çeşitlerini bilen bir hâkim var mı?

 

Hani bıyık altından gülmeden yargılaması babında söylüyorum.

 

Sonra molotofun silah olup olmadığı tartışmasında “Serap'a atılan molotof, MİT'çiler tarafından atılmış; İdris Naim ŞAHİN söyledi.

 

AKP'nin içinden biriydi. O daha iyi biliyor.”dedin.

 

AKP'nin içinden gelenin söyledikleri doğru ve ona inanmak gerekiyor.

 

Güzel!...

 

Öyleyse, PKK'nin tepesinden Selim ÇÜRÜKKAYA'nın“APO'nun Ayetleri” kitabında geçenleri neden yabana atıyorsun?

 

Bilindiği gibi, PKK'nın öldürdüğü, sonra taziye düzenleyip kahramanlaştırdığı on beş bin civarındaki Kürt gencinden bahsediyor, örgütün içinden gelen ÇÜRÜKKAYA.

 

Üstelik ÇÜRÜKKAYA'nın ilk kitabı, örgüte eleman kazandırma aracıydı, yazarı da efsane...”

 

 

 

 

 

 

 

 

 

  M.İKBAL ATAK,

 

1990'ların Polis İnfaz Timleri Batman ile Sınırlı Değil…”

İsimli yazısında, 2000 yılındaki Beykoz Operasyonundan sonra Kürt illerinde başlatılan ve kısa sürede Türkiye’nin tamamına yayılan operasyon furyasının cadı avının ötesine taşındığını söyleyerek, bu dönemde oluşturulan algı operasyonuyla da 28 Şubat yorgunu İslamcı zevatın bu hukuksuzluklara sesini çıkarmadığını aksine bunun bir arınma vesilesi gibi gördüğünü ifade etmiş. Yazar yazısında, Hizbullah arşivinin gizlendiğini ve gerçeklerin bu şekilde gizemini koruduğunu, oluşturulan bu algı sebebiyle de kısa sürede gözaltı ve tutuklamaların sayısının bir anda on binlerle ifade edilir hale geldiği halde ve yapılan tüm hukuksuzlukları sorgulamak yerine bu kesimde bu operasyonlar için “oh olsun” dedirten noktalara gelindiğini yazmış.

Yazar yazısında, Hizbullah arşivinin sadece üye ve sempatizanları için değil, 1990'lı yılların karanlık dönemi içerisinde cereyan eden tüm hukuksuzluklar, devlet adına yürütülen kirli faaliyetlerin çok önemli bir bölümü için de çok önemli olduğunu yazmış. Yazar ayrıca, arşivin ele geçirildiği dönemde hala kilit görevlerde bulunan kirli aktörlerin, deşifre olma ihtimalinin verdiği panikle önce arşiv üzerinden algı operasyonuna yöneldiklerini, yaptıkları pisliklerin ortaya saçılmaması adına Cumhuriyet tarihinin neredeyse tüm kirli geçmişini Hizbullah arşivine yükleyerek yeni hukuksuzluklara kapı açtıklarını ve bütün ısrarlara rağmen bu arşivin hala sır olduğunu, kimseye açılmadığını yazmış. Yazar, bu arşivin kırıntılarının bile aslında 1990'lı yıllarda devlet adına işlenen insanlık suçlarının genel hatlarını ele verdiğini söyleyerek paralel çetelerin sebep olduğu Cevzet Soysal olayının benzerlerinin bölgenin her yerinde ama özellikle polis ve işbirlikçi hainler tarafından Diyarbakır’da yaygın olarak işlendiğini yazmış.

Yazar, M.K.’nin beyanlarında  Diyarbakır polisinin kendileriyle işbirliği yapması için şantaj yaptığını, kendisinin de bu işbirliğine mecbur kaldığını ve bundan sonra da bildiği Müslümanları göstererek ya öldürdüğünü veya öldürme eylemine yardım ettiğini söylediğini yazmış:

“ Polis, kendince önemli olabilecek şahıslar ve adres tespitlerini yapmak üzere M.K'yi zorlamaya başlıyor. M.K. ise kimleri polise gösterdiyse çok geçmeden o kimseler “Fail-i Polis cinayetlerine” maruz kalıyor.

 Polisin ısrarıyla “önemli şahısları” aramaya çıkan muhbir M.K, ilk olarak “Fail-i Meçhul” cinayete maruz kaldığını bildiğimiz Abdulkadir SELÇUK'un “Fail-i Polis” cinayetine uğradığını ortaya koyuyor.Polis namındaki üniformalı teröristler, Abdulkadir SELÇUK'un kanından zevk almış olmalılar ki, muhbir M.K'yi yeni isimler bulma konusunda zorlamaya başlıyor:

“Daha sonra polis ısrarla benden Şehid Selçuk konumunda olabilecek kişilerin isimlerini ve adreslerini istedi. Polis Durdu ile 5 Nisan Mah.  aramaya başladık. Bir ara Şehid Ahmed'i bir sokakta gördüm ve polis Durdu'ya gösterdim. Gösterdiğimden kısa bir süre sonra Şehid Ahmed de gösterdiğim sokağın hemen yanında vuruldu ve şehid edildi…  

 Durdu bana kızmıştı ve bir sürü fırça attı. Ardından da Mus'ab ve Hamza olarak tanıttığı iki kişiyle beraber Kıbrıs Pasajı'nda işyeri bulunan Molla Mahmud'u vurmamız için bizi görevlendirdi. Polis Durdu, her birimize birer silah verdi. Ben hem Molla Mahmud'u tanıdığımdan, hem de işyerini ve gittiği camiyi bildiğimden sadece gösterme ve gözetleme görevi yapacaktım. Ayrıca polis Durdu, bize endişelenmememiz gerektiğini, çünkü aynı anda o civarda polis korumasının da olacağını ve hiçbir sorunun yaşanmayacağı hususunda bize teminat verdi. Kıbrıs pasajının yanına geldiğimizde ben pasajın içerisine girdim, diğer iki şahıs ise yanındaki Or-Yıl pasajı civarında kaldılar. Pasajın içerisine girdiğimde Molla Mahmud'un çıkmak için hazırlık yaptığını gördüm. Bu arada koruma görevi yapacak polisleri arıyordum, ama bir türlü bulamıyordum. Hemen o iki şahsa işaret verdim. O iki şahıs gelip silahları ateşlemeye başladılar... Ergenekon sürecinde bazı karanlık hadiselerin üzerine gidilirken Emniyet kanadında boğazlarına kadar kirli işlere bulaşmış terörist polis yapılanmasının üzerine gidilmemiş olması, Emniyet'te örgütlü bir durum arz eden ve bugünkü koşullarda adından söz ettiren “Paralel kumpasları” işaret ediyor.

Cevzet SOYSAL olayıyla ilgili tanık polisin verdiği ifadeler, bugünkü derin yapılanmanın aslında son dönemin ürünü olmadığı, bunların kökünün 1990'lı yıllara dayandığına işaret ediyor. Cevzet SOYSAL'ı katleden polislerin isimleri artık savcıların önünde. Ancak Molla Gıyasettin'i öldürten Komiser Ali Doğan'lar, Polis Hakan'lar, Polis Ahmet'ler, Polis Ertuğrullar… Komiser Durdu'lar, Polis Taci'ler hala deşifre edilmeyi bekliyorlar.”

 

Köşe yazısı:

Yazar yazısında, Hizbullah arşivinin sadece üye ve sempatizanları için değil, 1990'lı yılların karanlık dönemi içerisinde cereyan eden tüm hukuksuzluklar, devlet adına yürütülen kirli faaliyetlerin çok önemli bir bölümü için de çok önemli olduğunu yazmış. Yazar ayrıca, arşivin ele geçirildiği dönemde hala kilit görevlerde bulunan kirli aktörlerin, deşifre olma ihtimalinin verdiği panikle önce arşiv üzerinden algı operasyonuna yöneldiklerini, yaptıkları pisliklerin ortaya saçılmaması adına Cumhuriyet tarihinin neredeyse tüm kirli geçmişini Hizbullah arşivine yükleyerek yeni hukuksuzluklara kapı açtıklarını ve bütün ısrarlara rağmen bu arşivin hala sır olduğunu, kimseye açılmadığını yazmış.

 

ABDULKADİR SELVİ,

“Öcalan’a Kandil Darbesi”

İsimli yazısında Kandil ve HDP’nin birlikte, Öcalan’ı açığa düşürme pahasına silahsızlanma çağrısını engellediklerini, HDP’nin Kandil’in yanında durmak suretiyle Öcalan’ın  mesajını kamuoyuyla paylaşmadığını yazmış. Yazar, oysaki diyerekÇözüm süreciyle ilgili yürütülen temaslarda önemli bir aşamaya gelindiğini,  Öcalan, PKK’nın silahlı mücadeleyi bırakması yönünde  irade beyanında bulunduğunu, sadece Öcalan’ın irade beyanıyla yetinilmemesi konusunda HDP ile hükümet arasında bir görüş birliğine varıldığını, buna göre çözüm sürecinden sorumlu Başbakan Yardımcısı Yalçın Akdoğan’ın başkanlığında hükümet ve AK Parti temsilcilerinin de katılımıyla ortak bir irade beyanında bulunulduğunu, açıklanacak metinin  hazırlandığını, açıklamada bulunacak isimlerin dahi belirlendiğini, açıklamanın birkaç dilde yapılması konusunda dahi mutabakata varıldığını ancak  Ankara’da açıklama yapılacak olan mekan hazırlanırken, Öcalan’ın mesajının Kandil’den veto yediğini yazmış.

Yazar, peki öyleyse hükümet ile PKK 2 yıldır neyi görüşüyor dedikten sonra şunları yazmış:

“Böylece 2013 Nevruz’un da “Silahlı mücadele dönemi bitti, siyasi mücadele dönemi başladı” diyen Öcalan’ın, 2 yıl sonra benzer ifadelerini içeren mesajı, Kandil’in karşı koyması üzerine açıklanamadı.

Peki o zaman 2 yıldır PKK hareketi ile Hükümet ne görüşüyor? Çözüm süreci PKK’nın silahlı mücadeleyi bırakması, hükümetin ise demokratik mücadelenin önünü açacak yasal zemini oluşturması ve Kürt sorunun çözümünün silahlı değil, sivil siyasetle yapılması gerçeği üzerinden yapılmıyor muydu..?

HDP, Öcalan’ın silahsızlanma çağrısını kamuoyuna açıklamamak ve Kandil’in silahlı mücadeleye devam eden tutumunun yanında saf tutmakla tercihini İmralı’dan yana değil, Kandil’den yana yaptı. Böylece, kendisini silahlı mücadeleyi tercih eden bir siyasi parti konumuna düşürdü.

Oysa, çözüm süreciyle birlikte PKK’ya ve onun siyasi uzantısı olan HDP’ye, barış adına onurlu bir çıkış sunulmuştu. Ancak Kandil buna fırsat vermedi. Gelinen aşamada iki sorunun cevabının verilmesi gerekiyor?

1-HDP, Öcalan’ın kendilerine teslim ettiği mesajı niye açıklamıyor?

2-Mesajının açıklanmasını engellemek ve silahsızlanma çağrısını boşa çıkarmak suretiyle Kandil, Öcalan’ın liderliğini tartışır hale mi getiriyor?

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 ALPER TAN,

“Ölüm Simsarlığı ve Titreme Zamanı”

İsimli yazısında, geçen hafta çarşamba günü vahşi bir cinayete kurban giden üniversite öğrencisi Özgecan Aslan üzerine bir değerlendirme yapmış. Yazar yazısında, bu cinayet karşısında gösterilen tepkilerin doğru ve yerinde olduğunu ancak yapılan bazı eylemlerin utanç verici şekle dönüştüğünü söylemiş. Yazar, Özgecan'ın hunharca yakılmış naaşı üzerinden TV ratinglerini yükseltme, internet sitelerinin "tık" sayısını arttırma, TV'de yapılan şenliğe ve eğlenceye Özgecan'ın resimlerini yakalara takarak göbek atma, kadına karşı cinayetlerde uluslararası farkındalık adı altında kadınların topluca sokak dansı yapma bayağılıklarını izlediklerini söyleyerek, bir gazetenin de "kadınları taciz" konusunda, "hadi sen de anlat" kampanyası başlatarak taciz olayını sıradanlaştırma çabaları gibi iğrençlikler içerdiğini, bu korkunç olaydan sonra sıradan sebeplerle insanların öldürülmeye devam ettiğini not düştükten sonra şunları yazmış:

“ Bunu nasıl izah etmeyi düşünüyoruz. Bu cinnet hali nerelerden kaynaklanıyor? Topyekun bu yaşananlar aslında millet olarak üzerinde yoğun bir şekilde düşünmemizi gerektirmiyor mu?

 Aileden başlayarak, okulların, çevrenin, medyanın, dizilerin, uydu yayınlarının, internet dünyasının yaşanan kültürel bozuklukların, inanç zafiyetlerinin ve başka faktörlerin mercek altına alınması ve derinlemesine irdelenmesi gerekiyor.

Eski devletin laik nesiller yetiştirme zorbalıklarının, Kur'an kurslarını kapatma noktasına kadar gelen, 28 Şubatçıların din düşmanlıklarının ve ikna odalarını icat edenlerin öğretilerinin bu yaşananlarda hiçbir etkisi olmamış mıdır? 28 Şubat ve öncesinde ekilenleri biçmeye mi başladık? 

Millet olarak topyekün kendimizi sorgulama vaktidir. Nerde hata yapıyoruz diye titreme sürecindeyiz. Günübirlik yüzeysel pansuman tedbirler alarak geçiştirmek değil, derin tahliller yaparak radikal adımlar atmak zorundayız. Yoksa her geçen dakikayı kaybediyoruz.”

Kenar Yazısı:

Eski devletin laik nesiller yetiştirme zorbalıklarının, Kur'an kurslarını kapatma noktasına kadar gelen, 28 Şubatçıların din düşmanlıklarının ve ikna odalarını icat edenlerin öğretilerinin bu yaşananlarda hiçbir etkisi olmamış mıdır? 28 Şubat ve öncesinde ekilenleri biçmeye mi başladık? 

 

 

KENAN ALPAY,

“29 Yıl Hapis Az, 1 Yıl Denetimli Serbestlik Çok “

İsimli yazısında, tam 29 yıldır cezaevinde bulunan Rıdvan Çağrıcı üzerinden hem yargının ideolojik arka planını hem kadrolarıyla tutarsızlığını hem de verilen kararların hukuktan nasipsiz irkiltici yüzüne değinmiş. Yazar yazısında, bu aralar yargıya çöreklenen ve Müslümanlar başta olmak üzere ele geçirdiklerini  delil toplamadan, derin şaibeler içeren, karanlık kumpaslar kurarak mahkum eden Fetullahçı takımdan önce Müslümanlara  aynı komploları kuran Kemalist- ulusalcı kadroların bulunduğunu ve bu kadroların “Sivas Davası, İslami Hareket, Jak Kamhi, Menzil, Hizbullah, Hizbut Tahrir, AFİD gibi dava süreçlerinde Devlet Güvenlik Mahkemeleri (DGM)’nin 15-20 günlük işkenceli sorgulamaların ardından Engizisyon misali giyotinlerini tam mesai çalıştırmakta bir beis görmediklerini yazmış. Bu mahkemelerin mağdurlarından birinin de

-uyduruk sebeplerden- 29 yıldan beri hapis yatan Rıdvan Çağrıcı olduğunu yazmış. Yazar, 29 yıldan sonra denetimli serbestlikten dışarı çıkması gereken Çağrıcı için bu kez de zalimce ve adaletten nasibini almamış Bolu F Tipi Cezaevi idaresi tarafından verilen ‘ bir raporla bu hakkının da gasp edildiğini yazmış. Yazar yazısında, cezaevi yönetiminin raporunda yer verdiği iddiaları ise insanlık dışı kabul etmiş:

“Adalet Bakanlığı’na Bolu F Tipi Cezaevi idaresi tarafından verilen ‘rapor’ Çağrıcı’yı bu haktan mahrum eden biricik faktör. Cezaevi Müdürü Başkanlığında kurulan idare ve gözlem kurulu ‘Açık Cezaevine Ayrılma hükümlerinden istifade edemeyeceğine dair işgüzarca ve insafsızca, hem yasa hem de hukuk dışı bir tutum alırken bakın hangi gerekçeyi ileri sürüyor?: “Cezaevinde düzenlenen sosyal faaliyet programlarına terör örgütü olan İslami Hareket ve Hizbullah terör örgüt üyesi arkadaşlarıyla birlikte faaliyetlere katıldığı ve örgüt üyeleri ile aynı odada barındığı gerekçe göstererek Rıdvan Çağrıcı’nın Açık Cezaevine ayrılma hakkından istifade ettirilmemesi yönünde rapor düzenlemiştir.”

İyi ama bir mahkûmun cezaevinde düzenlenen sosyal faaliyetlere kiminle katılabileceği, kiminle katılamayacağı da cezaevi müdürü ve idare tarafından tayin ediliyorken bu saçma ve zorbaca isnat da nereden çıktı şimdi? Ne bekleniyordu Çağrıcı’dan, uzun yıllardır tek başına evet TEK BAŞINA kaldığı hücreden hiç çıkmaması ve hiçbir sosyal faaliyete katılmaması mı? Böyle zalimce bir teklif ve beklenti sahibinin adaletten nasiplendiğini kim iddia edebilir ki?”

HAMİT YAZ,

Dindar Nesil mi Kindar Nesil mi?”

İsimli yazısında, Sayın cumhurbaşkanının “Dindar nesil yetiştireceğiz” sözlerine atıfta bulunarak bu eğitim sistemi, bu dine- dindara mesafeli ve üstten bakmalarla  dindar nesillerin değil, kindar nesillerin yetişebileceğini yazmış.  Yazar ayrıca, okullarda Kur’an-ı Kerim ve Siyer gibi seçmeli ders olarak okutulmaya başlanan derslerin okutulmasına olan tahammülsüzlükleri, ithamları, başını örtmek isteyen kız öğrencilerin karşısına dikilmeleri de değinmiş yazısında:

“Cumhurbaşkanı “dindar nesil istiyorum” dediğinde, Nişantaşı elitleri, gezi medyası, ve “gezizakalı seküler merkez ve çevresini” oluşturan sizler, Erdoğan’ı linç ederek, asıl ifade özgürlüğüne siz engel oldunuz, asıl despotluğu ve tiranlığı siz yaptınız!

Dindar nesli istemeyen, Atatürkçülük retoriği yaparak rantlarını ve saltanatlarını sürdüren, ezan sesi duyunca cin çarpmışa dönen ve  dindarlara öcü gözüyle bakan sizler, bu ülkede sadece bir azınlıksınız. Ama sadece sesi çok çıkan, medya gücü olan, gündem oluşturabilen ve haksızlığını dahi haklı gösterme imkanı bulan bir azınlık. Bu da sadece sesinizi gür çıkarıyor ama haklı olduğunuzu kanıtlamıyor bunu bilin. Kendinize gelin ve şunu bilin ki;

İslam,  kadının “insan”lığının tartışıldığı, diri diri toprağa gömüldüğü ve bir meta olarak kullanıldığı bir pozisyondan; cenneti ayağının altına sererek ona hak ettiği yeri ve değeri  vermiş ve toplumu  dönüştürmüş bir dindir.”

 Köşe yazısı:

“Cumhurbaşkanı “dindar nesil istiyorum” dediğinde, Nişantaşı elitleri, gezi medyası, ve “gezizakalı seküler merkez ve çevresini” oluşturan sizler, Erdoğan’ı linç ederek, asıl ifade özgürlüğüne siz engel oldunuz, asıl despotluğu ve tiranlığı siz yaptınız!

 

ABDULLAH GÜNEŞ,

“Şeytan'ın Avukatı”

İsimli yazısında, Demirtaş’ın üzerinde Yasin BÖRÜ ve arkadaşlarının kanı dururken, son grup toplantısında Özgecan’ın katledilmesi üzerine söylediği ve inandırıcı olmayan açıklamalarını – kendine özgü üslubuyla- eleştirmiş.

Yazar yazısında, 6-8 Ekim olaylarında darp edilen, defalarca bıçaklanan, 3. kattan atılan, üzerinden araçla geçilen, zılgıtlar eşliğinde cesedi yakılan Yasin'den sonra Demirtaş’ın, Özgecan'ın ismini ağzına almasının  Özgecan'ın ruhunu incittiğini, üç gün devam eden katliamdan sonra kameralar karşısında boncuk boncuk terlemenin onu aklamaya yetmeyeceğini söyledikten sonra Demirtaş’ın Özgecan’ın katilleri için sunduğu öneriyi ise muhteşem(!) olarak bulduğunu söylemiş, ardından Yasin ve arkadaşlarını katleden çete için önerisinin neler olabileceğini sıralamış:

 

“Sayın(!) Demirtaş, Ne diyordun?

 

“Ben avukatım, tecavüzcüleri ve kadına şiddet uygulayanları kadın hâkimler yargılamalı, erkek hâkimlerin bazıları bıyık altında gülüyor.”

 

Peh, peh, peh…

 

Bıyıksız hâkim de gülüyor mu Avukat Bey(!)

 

Tecavüzcüyü yargılayan hâkimin bayan olmasının dışında tecavüze uğramış olması da gerekiyor mu?

 

Hani tecavüze uğramamışsa yine bıyık altında gülebilir, diyorum.

 

Sahi, Yasin BÖRÜ ve arkadaşlarının katillerini kim yargılamalı?

 

İlahi adaletin tecellisiyle ilgili bir kuşkumuz yok, ancak parlak(!) mantığına göre kim yargılamalı, diye soruyorum.

 

Kazıklı Voyvoda mı?

 

Hayır, sadece kazığa geçiriyor.

 

IŞİD mi?

 

Olmaz, kelle uçuruyor.

 

Öyle bir hâkim olmalı ki;

 

Darp ettirmeli, bıçaklatmalı, 3. kattan attırmalı, arabayla üzerinden geçecek bir dişi bulmalı ve zılgıt çalan kancıklar eşliğinde cesetlerini yaktırmalı.

 

Dünyada bütün bu ölüm çeşitlerini bilen bir hâkim var mı?

 

Hani bıyık altından gülmeden yargılaması babında söylüyorum.

 

Sonra molotofun silah olup olmadığı tartışmasında “Serap'a atılan molotof, MİT'çiler tarafından atılmış; İdris Naim ŞAHİN söyledi.

 

AKP'nin içinden biriydi. O daha iyi biliyor.”dedin.

 

AKP'nin içinden gelenin söyledikleri doğru ve ona inanmak gerekiyor.

 

Güzel!...

 

Öyleyse, PKK'nin tepesinden Selim ÇÜRÜKKAYA'nın“APO'nun Ayetleri” kitabında geçenleri neden yabana atıyorsun?

 

Bilindiği gibi, PKK'nın öldürdüğü, sonra taziye düzenleyip kahramanlaştırdığı on beş bin civarındaki Kürt gencinden bahsediyor, örgütün içinden gelen ÇÜRÜKKAYA.

 

Üstelik ÇÜRÜKKAYA'nın ilk kitabı, örgüte eleman kazandırma aracıydı, yazarı da efsane...”

 

 

 

 

 

 

 

 

 

  M.İKBAL ATAK,

 

1990'ların Polis İnfaz Timleri Batman ile Sınırlı Değil…”

İsimli yazısında, 2000 yılındaki Beykoz Operasyonundan sonra Kürt illerinde başlatılan ve kısa sürede Türkiye’nin tamamına yayılan operasyon furyasının cadı avının ötesine taşındığını söyleyerek, bu dönemde oluşturulan algı operasyonuyla da 28 Şubat yorgunu İslamcı zevatın bu hukuksuzluklara sesini çıkarmadığını aksine bunun bir arınma vesilesi gibi gördüğünü ifade etmiş. Yazar yazısında, Hizbullah arşivinin gizlendiğini ve gerçeklerin bu şekilde gizemini koruduğunu, oluşturulan bu algı sebebiyle de kısa sürede gözaltı ve tutuklamaların sayısının bir anda on binlerle ifade edilir hale geldiği halde ve yapılan tüm hukuksuzlukları sorgulamak yerine bu kesimde bu operasyonlar için “oh olsun” dedirten noktalara gelindiğini yazmış.

Yazar yazısında, Hizbullah arşivinin sadece üye ve sempatizanları için değil, 1990'lı yılların karanlık dönemi içerisinde cereyan eden tüm hukuksuzluklar, devlet adına yürütülen kirli faaliyetlerin çok önemli bir bölümü için de çok önemli olduğunu yazmış. Yazar ayrıca, arşivin ele geçirildiği dönemde hala kilit görevlerde bulunan kirli aktörlerin, deşifre olma ihtimalinin verdiği panikle önce arşiv üzerinden algı operasyonuna yöneldiklerini, yaptıkları pisliklerin ortaya saçılmaması adına Cumhuriyet tarihinin neredeyse tüm kirli geçmişini Hizbullah arşivine yükleyerek yeni hukuksuzluklara kapı açtıklarını ve bütün ısrarlara rağmen bu arşivin hala sır olduğunu, kimseye açılmadığını yazmış. Yazar, bu arşivin kırıntılarının bile aslında 1990'lı yıllarda devlet adına işlenen insanlık suçlarının genel hatlarını ele verdiğini söyleyerek paralel çetelerin sebep olduğu Cevzet Soysal olayının benzerlerinin bölgenin her yerinde ama özellikle polis ve işbirlikçi hainler tarafından Diyarbakır’da yaygın olarak işlendiğini yazmış.

Yazar, M.K.’nin beyanlarında  Diyarbakır polisinin kendileriyle işbirliği yapması için şantaj yaptığını, kendisinin de bu işbirliğine mecbur kaldığını ve bundan sonra da bildiği Müslümanları göstererek ya öldürdüğünü veya öldürme eylemine yardım ettiğini söylediğini yazmış:

“ Polis, kendince önemli olabilecek şahıslar ve adres tespitlerini yapmak üzere M.K'yi zorlamaya başlıyor. M.K. ise kimleri polise gösterdiyse çok geçmeden o kimseler “Fail-i Polis cinayetlerine” maruz kalıyor.

 Polisin ısrarıyla “önemli şahısları” aramaya çıkan muhbir M.K, ilk olarak “Fail-i Meçhul” cinayete maruz kaldığını bildiğimiz Abdulkadir SELÇUK'un “Fail-i Polis” cinayetine uğradığını ortaya koyuyor.Polis namındaki üniformalı teröristler, Abdulkadir SELÇUK'un kanından zevk almış olmalılar ki, muhbir M.K'yi yeni isimler bulma konusunda zorlamaya başlıyor:

“Daha sonra polis ısrarla benden Şehid Selçuk konumunda olabilecek kişilerin isimlerini ve adreslerini istedi. Polis Durdu ile 5 Nisan Mah.  aramaya başladık. Bir ara Şehid Ahmed'i bir sokakta gördüm ve polis Durdu'ya gösterdim. Gösterdiğimden kısa bir süre sonra Şehid Ahmed de gösterdiğim sokağın hemen yanında vuruldu ve şehid edildi…  

 Durdu bana kızmıştı ve bir sürü fırça attı. Ardından da Mus'ab ve Hamza olarak tanıttığı iki kişiyle beraber Kıbrıs Pasajı'nda işyeri bulunan Molla Mahmud'u vurmamız için bizi görevlendirdi. Polis Durdu, her birimize birer silah verdi. Ben hem Molla Mahmud'u tanıdığımdan, hem de işyerini ve gittiği camiyi bildiğimden sadece gösterme ve gözetleme görevi yapacaktım. Ayrıca polis Durdu, bize endişelenmememiz gerektiğini, çünkü aynı anda o civarda polis korumasının da olacağını ve hiçbir sorunun yaşanmayacağı hususunda bize teminat verdi. Kıbrıs pasajının yanına geldiğimizde ben pasajın içerisine girdim, diğer iki şahıs ise yanındaki Or-Yıl pasajı civarında kaldılar. Pasajın içerisine girdiğimde Molla Mahmud'un çıkmak için hazırlık yaptığını gördüm. Bu arada koruma görevi yapacak polisleri arıyordum, ama bir türlü bulamıyordum. Hemen o iki şahsa işaret verdim. O iki şahıs gelip silahları ateşlemeye başladılar... Ergenekon sürecinde bazı karanlık hadiselerin üzerine gidilirken Emniyet kanadında boğazlarına kadar kirli işlere bulaşmış terörist polis yapılanmasının üzerine gidilmemiş olması, Emniyet'te örgütlü bir durum arz eden ve bugünkü koşullarda adından söz ettiren “Paralel kumpasları” işaret ediyor.

Cevzet SOYSAL olayıyla ilgili tanık polisin verdiği ifadeler, bugünkü derin yapılanmanın aslında son dönemin ürünü olmadığı, bunların kökünün 1990'lı yıllara dayandığına işaret ediyor. Cevzet SOYSAL'ı katleden polislerin isimleri artık savcıların önünde. Ancak Molla Gıyasettin'i öldürten Komiser Ali Doğan'lar, Polis Hakan'lar, Polis Ahmet'ler, Polis Ertuğrullar… Komiser Durdu'lar, Polis Taci'ler hala deşifre edilmeyi bekliyorlar.”

 

Köşe yazısı:

Yazar yazısında, Hizbullah arşivinin sadece üye ve sempatizanları için değil, 1990'lı yılların karanlık dönemi içerisinde cereyan eden tüm hukuksuzluklar, devlet adına yürütülen kirli faaliyetlerin çok önemli bir bölümü için de çok önemli olduğunu yazmış. Yazar ayrıca, arşivin ele geçirildiği dönemde hala kilit görevlerde bulunan kirli aktörlerin, deşifre olma ihtimalinin verdiği panikle önce arşiv üzerinden algı operasyonuna yöneldiklerini, yaptıkları pisliklerin ortaya saçılmaması adına Cumhuriyet tarihinin neredeyse tüm kirli geçmişini Hizbullah arşivine yükleyerek yeni hukuksuzluklara kapı açtıklarını ve bütün ısrarlara rağmen bu arşivin hala sır olduğunu, kimseye açılmadığını yazmış.

 

ABDULKADİR SELVİ,

“Öcalan’a Kandil Darbesi”

İsimli yazısında Kandil ve HDP’nin birlikte, Öcalan’ı açığa düşürme pahasına silahsızlanma çağrısını engellediklerini, HDP’nin Kandil’in yanında durmak suretiyle Öcalan’ın  mesajını kamuoyuyla paylaşmadığını yazmış. Yazar, oysaki diyerekÇözüm süreciyle ilgili yürütülen temaslarda önemli bir aşamaya gelindiğini,  Öcalan, PKK’nın silahlı mücadeleyi bırakması yönünde  irade beyanında bulunduğunu, sadece Öcalan’ın irade beyanıyla yetinilmemesi konusunda HDP ile hükümet arasında bir görüş birliğine varıldığını, buna göre çözüm sürecinden sorumlu Başbakan Yardımcısı Yalçın Akdoğan’ın başkanlığında hükümet ve AK Parti temsilcilerinin de katılımıyla ortak bir irade beyanında bulunulduğunu, açıklanacak metinin  hazırlandığını, açıklamada bulunacak isimlerin dahi belirlendiğini, açıklamanın birkaç dilde yapılması konusunda dahi mutabakata varıldığını ancak  Ankara’da açıklama yapılacak olan mekan hazırlanırken, Öcalan’ın mesajının Kandil’den veto yediğini yazmış.

Yazar, peki öyleyse hükümet ile PKK 2 yıldır neyi görüşüyor dedikten sonra şunları yazmış:

“Böylece 2013 Nevruz’un da “Silahlı mücadele dönemi bitti, siyasi mücadele dönemi başladı” diyen Öcalan’ın, 2 yıl sonra benzer ifadelerini içeren mesajı, Kandil’in karşı koyması üzerine açıklanamadı.

Peki o zaman 2 yıldır PKK hareketi ile Hükümet ne görüşüyor? Çözüm süreci PKK’nın silahlı mücadeleyi bırakması, hükümetin ise demokratik mücadelenin önünü açacak yasal zemini oluşturması ve Kürt sorunun çözümünün silahlı değil, sivil siyasetle yapılması gerçeği üzerinden yapılmıyor muydu..?

HDP, Öcalan’ın silahsızlanma çağrısını kamuoyuna açıklamamak ve Kandil’in silahlı mücadeleye devam eden tutumunun yanında saf tutmakla tercihini İmralı’dan yana değil, Kandil’den yana yaptı. Böylece, kendisini silahlı mücadeleyi tercih eden bir siyasi parti konumuna düşürdü.

Oysa, çözüm süreciyle birlikte PKK’ya ve onun siyasi uzantısı olan HDP’ye, barış adına onurlu bir çıkış sunulmuştu. Ancak Kandil buna fırsat vermedi. Gelinen aşamada iki sorunun cevabının verilmesi gerekiyor?

1-HDP, Öcalan’ın kendilerine teslim ettiği mesajı niye açıklamıyor?

2-Mesajının açıklanmasını engellemek ve silahsızlanma çağrısını boşa çıkarmak suretiyle Kandil, Öcalan’ın liderliğini tartışır hale mi getiriyor?

 

 

 

 

 

 

 

 

Ryan Reynold

0 yorum

FİKRİNİZİ BELİRTİN

Zorunlu alanları doldurunuz *