0

 

SİBEL ERASLAN,

“Yapayalnız bıraktığımız bazı insanlar: HÜDAPAR’lılar”

İsimli yazısında, Müslüman yazarların, sanatçıların ve düşünce adamlarının dünyanın en ücra köşelerindeki olaylarla ilgili sözler sarf ettikleri, görüş beyan ettikleri; ama yanı başlarında bulunan Hüda-Par’ı ve mensuplarını görmediklerini, yazmadıklarını, düşünmediklerini ifadeyle bir yerde bu haksızlıkların farkına varmak gerekir, diyor:

“Hüda-Parlılardan söz ediyorum… O içtenlikle ve vakarla taşıdıkları, hiçbir cümle sarf etmeden sessizce seyrettiğinizde bile her şeyi ama her şeyi anlatacak kaderine razı olmuş, mütevekkil keder... Tüm sosyolojik siyasi analizlerin soğuk mesafesi, o gözlerdeki kederle karşılaştığınızda aşılıyor... Fevkalade nezaketle taşıdıkları mazlumiyetlerine, taziyelerine, çepeçevre hapsoldukları duyarsızlıklara rağmen, insan olma mesuliyetini gayretle sürdürüyorlar...

Onlar ölüyor...  Onlar öldürülüyor... Onlar sürülüyor...

Onlar, görmeyen gözlerimizin önünde, işitmeyen kulaklarımızın dibinde, mühürlenmiş kalplerimizin taşrasında, yeryüzünden tek tek kazınıp siliniyor...  Ve onların sesini Allah’tan başka kimsecikler duymuyor...

 …Cizre Nur mahallesi sakinlerinden Deniz Gözüngühamile bir kadın, küçük çocuklarıyla evde kıstırılmış. YDGH tarafından kapıları kırılmış evleri ateşe verilmişGençlerin kazma kürekle açtıkları söylenen hendekler, görgü tanıklarının anlattıklarına göre, belediyenin hafriyat makineleriyle açılmış... Cizre’de bir Ashab-ı Uhdud hikayesi...

6-7 Ekim olaylarında da benzeri vahşet olaylarını sergileyen YDGH, ne yapmak istiyor? HDP, gençler yapıyor engelleyemiyoruz yalanına daha ne kadar sığınacak?... 

İhya-Der davasında ... Filistin’e destek kermesinin ardından yıllardır hapiste yatanlar var... En acısı da bunların hiçbirinden haberdar olmadığımız gerçeği...

Batı’da bir takım operasyonel işlere karıştıkları için Doğu’ya sürülen emniyetçiler, bölgedeki karışıklığı yatıştırmakla mı yoksa şiddet sarmalını daha da ateşlendirmekle mi meşguller?...”

 

 

KENAR YAZI:

“Onlar, görmeyen gözlerimizin önünde, işitmeyen kulaklarımızın dibinde, mühürlenmiş kalplerimizin taşrasında, yeryüzünden tek tek kazınıp siliniyor...  Ve onların sesini Allah’tan başka kimsecikler duymuyor...”

 

 

MEHMET GÖKTAŞ,

“İmam Humeyni Gibi Gelmek mi, Şah Rıza Gibi Gitmek mi?”

İsimli yazısında, kamuoyunda Fetullah Gülen için söylenen “ İmam Humeyni gibi gelecek” sözleri üzerine bir değerlendirme yapmış. Mehmet Göktaş Hoca yazısında, İmam Humeyni ile Fetullah Gülen farklarını analiz ettikten sonra İmam’ı karşılayanların kimlerden oluştuğunun bilindiğini (10-13 milyon arası) ancak Fetullah Gülen’i kimlerin karşılayacağı tahminlerini de yazısında sıralamış:

“   İran İslam Devrimi ne kadar önemliyse, İmam Humeyni'nin İran'a dönüşü de devrim içinde bir o kadar muhteşemdir…(O’nun gelişiyle) Dünya emperyalizmi neye uğradığını bilemiyor, kendi tarihi içerisinde hiç bu kadar sarsılıp sersemlemiyor…

Hocaefendinin böyle bir idealinin olup olmadığını bilemiyoruz, en azından kesin konuşmuyoruz. Fakat bu konu kendisine sorulmuş olmalı ki bunu reddediyor.

Peki, diyelim ki,  İmam Humeyni gibi ülkeye döndüğünde kimler karşılayacaktı kendisini?

Yıkmak için uğraştığı bugünkü yönetimi iktidara getiren çevreler mi karşılayacaktı?

Savaş açmadıkları, düşmanlık yapmadıkları bir tek İslamî kesim bilmiyoruz, gerçekten merak ediyoruz, kimler karşılayacaktı, İmam Humeyni'nin dönüşündeki o muhteşem tablo Türkiye'de kimlerden oluşacaktı?

Bürokraside inim inim inlettikleri Nurcuların Okuyucularından mı, Yazıcılarından mı, Tahşiyecilerinden mi, Aczimendilerinden mi oluşacaktı bu muhteşem kalabalık?

Süleyman Efendi'nin talebeleri mi dizilecekti Hocaefendinin yollarına?

Nakşiler mi, Kadiriler mi hazır bekliyorlardı? İsmailağa Cemaati mi, İskenderpaşa Cemaati mi, Erenköy cemaati mi? Yoksa Menzil cemaati mi?

Mavi Marmara yolcuları mı dört gözle bekliyordu Hocaefendinin muhteşem dönüşünü?

Yoksa Peygamber Sevdalıları mı, Diyarbakır meydanlarını dolduran müminler mi karşılayacaktı?

Paralel polislerin sayısız kumpaslarına, yüzlerce Müslümanı cezaevlerinde çürüttüklerine karşılık bir teşekkür borcu olarak mı Hocaefendinin yollarına dizileceklerdi?

Elazığ İhya Der mensupları Hocaefendiye şükran borcunu böyle mi ödeyecekler acaba?

Başta Kürtler olmak üzere Paralel medyanın iğrenç dizilerinde iftiralara uğrayan, horlanan, hakir görülen cemaatler mi hazır bulunacaklardı?

Paralel polislerin boynunu kırarak katlettiği Cevzet Soysal'ın yakınları mı karşılayacaktı?

Anlaşılan o ki, İmam Humeyni gibi dönme şansı bulunmayan Hocaefendi için geriye bir tek ihtimal kalmaktadır; Şah Rıza Pehlevi gibi gitmek.”

KENAR YAZI:

Savaş açmadıkları, düşmanlık yapmadıkları bir tek İslamî kesim bilmiyoruz, gerçekten merak ediyoruz, kimler karşılayacaktı, İmam Humeyni'nin dönüşündeki o muhteşem tablo Türkiye'de kimlerden oluşacaktı?”

 

 

 

YUSUF KAPLAN,

“‘Batı’nın İslam Düşmanlığı’nın Kısa Bir Arkeolojisi”

İsimli yazısında, İslam’ın dünyaya yayılışının şimşek hızıyla gerçekleştiğini, tebliğden 46 yıl sonra Hz. Osman(ra) döneminde; İslam’ın sınırlarının Doğu’da Çin’e, Batı’da İber Yarımadası’na kadar ulaştığını, bunun da Batı’yı korkuttuğunu söylemiş. Kaplan yazısında, Batı’nın korkusunun istilaya uğramak olmadığını, zaten Müslümanların hiçbir ülkeyi istila etmediklerini, tersine gittikleri ülkelerde halkın inançlarına ve kültürlerine saygı gösterdiklerini de ilave etmiş. Buna rağmen Batı’nın korkularının sebepleri için de şunları yazmış:

 “Avrupalıları ürküten şey, İslâm’ın Avrupa’nın içlerine kadar uzanması değil, İslâm’ın mesajının kuşatıcılığı ve cihanşümullüğü karşısında Avrupa uygarlığının tutunamayacağı gerçeğidir.

İşte bu hayatî felsefî gerçek, bugün Batılıların İslâm düşmanlığının gerisinde yatan temel sâiktir… (Carl Güstav Jung, )“Batılılar, neredeyse sahip oldukları her şeyi Müslümanlardan aldıkları için, Müslümanlara karşı aşağılık kompleksine sahipler. O yüzden Müslümanlara, normal bir insan gibi bakamıyorlar. Fobiyle, ürkerek bakıyorlar.”

Yazar, Batı’nın bu korkularını yenmek için geliştirdiği buluşun işte bundan sonra geldiğini ve kamuoyuna bunları tartıştıklarını söylemiş:

“İşte Batılılar, İslâm’ın insanı, hayatı, eşyayı bir bütün olarak kavrayan, kucaklayan çift yönlü işleyen, her dâim bu iki yönünün birbirine yöneldiği, birbirini varoluşa kışkırtıp var ettiği med cezir hareketi karşısında duramayacaklarını çok iyi biliyorlar.

İslâm’ın bu kuşatıcı ve kucaklayıcı gücü, Müslümanlar, tarihlerinin en zorlu dönemlerinden birini, Fetret Dönemi olarak tezahür eden ikinci büyük medeniyet krizlerini yaşamalarına rağmen İslâm’ın öncelikle Batı dünyasında, özellikle de üst tabaka  arasında hızla yayılması, 1980’li yıllara gelindiğinde Batılıları ürkütmeye yetti.

Bu durum ise Batılı küresel güçlerin, İslamofobi olarak adlandırılan bir heyulâ icat etmeleriyle neticelendi: İslâm, hedef tahtasına yerleştirildi ve hiç olmayacağı bir şeyle, terörle, özdeşleştirildi: İslâm’a Karşı İslâm Savaşı süreci harekete geçirildi.”

MÜFİT YÜKSEL,

“Kürt Kimliği ve Komünizm-2”

İsimli yazısında, bu başlıkta hazırladığı yazısının ikinci bölümünde,İngiliz ve Rusların, İran’ın bir bölümünü işgali sırasında sahipsiz kalan İran Kürtlerinin Kadı Muhammed’in öncülüğünde örgütlendiklerini, Rusların özerk  bir Kürt devletine karşı çıkma fikrine rağmen Kadı Muhammed’in Irak Kürdistanı’ndan gelen Molla Mustafa Barzani’nin desteği ile 22 Ocak 1946’da Mahabad’ta  Çarçıra Meydanı’nda Özerk/Bölgesel Kürt Cumhuriyetini ilan ettiğini, Kısa sürede hükümet ve meclisin teşkil edildiğini,  Kadı Muhammed’in Cumhurbaşkanı,  Molla Mustafa Barzani’nin ise seraskerliğe getirildiğini, ardından Kadı Muhammed ve Molla Mustafa Barzani’nin Kur’an-ı Kerim üzerine yemin ederek merasimle vazifelerine başladıklarını yazmış.  Bu çalışmalar arasında, bu yeni özerk cumhuriyet için Kanun-i Esasi’nin  hazırlanması, Kürtçe radyo ve gazete yayınlarının başlaması ve  mayıs ayında Özerk Azerbaycan Cumhuriyeti ile bir anlaşmanın da olduğunu yazmış. Yazar ne var ki diyerek,   Almanya’nın teslim olmasından sonra Sovyetler ve İngilizlerin anlaşmalı olarak İran’daki işgallerine son vermeye karar vermeleri ve iki ülke askerlerinin İran’dan çekilmesi üzerine bu bölgelerin yeni İran Şahı’na bırakmış olmaları neticesinde İran Şahı M. Rıza Pehlevi idaresinin önce Azerbaycan bölgesine hakimiyeti, ardından Kasım 1946’da Azerbaycan bölgesine tamamen hakim olmasıyla neticelendiğini yazmış. Yazar, bundan sonra da Şah Rıza Pehlevi’nin askerlerinin Kürdistan’a yöneldiğini, Kadı Muhammed idaresindeki Özerk Kürdistan Cumhuriyeti’nin bu büyük güç karşısında direnç gösteremediğinden, Sovyetlerden de gerekli yardımı alamadığından, çaresiz teslim olduğunu yazmış. 17 Aralık 1946’da Şah’ın askerlerinin Mahabad’a girdiğini, birkaç ay süren mahkeme sonunda Kadı Muhammed ve arkadaşların idama mahkum edilip, 31 Mart 1947’de Mahabad’ta idam edildiklerini yazmış. Yazar, Molla Mustafa Barzani’nin ise Irak’a döndüğünü, ağabeyi Şeyh Ahmed’in Irak’taki Şerifler idaresince  tevkif edilmesi üzerine, Azerbaycan Bakü’ye giderek Sovyetlere sığındığını, Kürt siyasi hareketlere komünizmin sızmasının bu dönemde daha kolay gerçekleştiğini söylemiş. Yazar, 60’lı yıllardan günümüze kadar ki dönem içinse şunları söylemiş:

“Kürt siyasi hareketlerinde 1960’lı yıllara gelindiğinde artık Kürtler, sosyalizmi benimsemiş seküler milliyetçi bir renge bürünmüştü. 60’ların sonu ve 70’lerin başlarına gelindiğinde Kürt siyasi hareketleri üzerinde katı bir Komünizm tekeli oluşur. Sovyetlerde on bir yıl kalan Molla Mustafa Barzani 1958’de Irak’a döner. Molla Mustafa’nın kendisi Komünizmi benimsememiş olup, namaz ve oruç gibi ibadetlerini muhafaza etmiş olmasına karşı çevresi iyice Komünist ideolojinin etkisine girer. 60’lı ve 70’li yıllarda Peş peşe oluşturulan Kürt siyasi örgütlenmelerinin tümü çeşitli Marxist/Lenininist hatta Maocu fraksiyonların içinde yer alır. Kürt kimliği üzerinde oluşan Komünizm nüfuzu öyle bir noktaya ulaşır ki, kısa zamanda Kürt kimliği vurgusu yapmak Komünist/sosyalist olmakla özdeş hale gelir. Oysaki, 20. Yüzyılın ilk çeyreğinde dahi Kürtlerin, Kürt siyasi örgütlenmelerinin tüm lider/öncü kadrosu Şeyh/Molla/Müftü/Kadı gibi din adamlarından veya dindar şahsiyetlerden oluşurdu. 1946’da Mahabad’ta oluşturulan Özerk Kürt Cumhuriyeti’nin başında bile bir Kadı ve Molla bulunuyordu. Bu trajik dönüşüm Kürt siyasi hareketlerinde temel kırılma noktasını teşkil etti.”

 

 LATİF ERDOĞAN,

“Bir Gülen Klasiği: Tenakuz!”

İsimli yazısında, eski mesai arkadaşı Fetullah Gülen’in önceki ve şimdiki söz ve eylemlerinden yola çıkarak, hocanın  yaman bir çelişki ile nasıl karşı karşıya olduğunu yer ve tarih vererek anlatmış:

“  İmam Hatip Okulunda talebeydim. Arkadaşlarla tiyatro kurmakta karar kıldık.  “Ömer’in Adaleti” sahne almış, kapalı gişe oynuyordu. Cemaatten arkadaşlar bu durumu Gülen’e bildirmişler;  Gülen, daha önceden konu yerlerini tespit ettiği belli kitapları bir bir alarak okudu, okudu ve sonunda İslam’da asla tiyatronun olamayacağını onlarca delille ispatladı. Benim için konu bir daha açılmamak üzere kapandı; tiyatro çalışması için anlaştığımız diğer arkadaşlara da konunun İslam’daki yerini anlatarak bu arzumuzu sonlandırmış olduk. Ve tenakuz: Daha sonra Gülen’in emriyle tiyatro kuruldu, bir de tiyatro okulu açıldı…

Senelerce hem vaazlarında hem de özel sohbetlerinde tesettürün farz olduğunu anlattı. Hatta bu konudaki hassasiyetini “burnunun ucunu gösteren kadın, öz bacım, öz yeğenim bile olsa, benimle alakası yoktur” diyecek ölçüde ifrata taşıdı. Ve tenakuz: Daha sonra Gülen: “Başörtüsü füruattır, bizim öncelikli meselemiz değildir”, dedi.

 

Bir Müslüman’ın olması gerektiği ölçüde faizin karşısındaydı. İslam iktisadıyla ilgili yaptığı vaaz ve sohbetlerin hepsinde faizsiz sistemin savunucusuydu. Finans kurumu kuruluşunu gerçekleştiren bir cemaati üstü kapalı ifadelerle sürekli eleştirdi. Ve tenakuz: Himmet paraları çoğalınca ve zenginlerin dehaleti artınca emretti, Asya Finans kuruldu. Şimdilerde tenakuzun tavan yaptığı bir macera yaşanıyor. Batmak üzere olan Bank Asya, başka bankalardan faizle borç alınıp kurtarılmaya çalışılıyor. Yani, Allah için cihada çıkılmışken, ayette, Allah’a karşı harp ilanı kabul edilen faiz kurumu uğruna cihat (!) yapılıyor..

“Evvel –ahir, arkadaşlarıma vasiyetim şudur: Eğer bir gün bu ülkeyi terk eder gidersem, Mekke’de, Medine’de dahi olsam, beni yakamdan tutup sürükleyerek buraya getirmezseniz, hakkım sizlere haram olsun” diyordu. Ve tenakuz: Devlet bütün birimleriyle harekete geçmiş onu Türkiye’ye getirmek için uğraşıyor. Daha öncesinde bizzat Türkiye Cumhuriyeti’nin Başbakanı tarafından gayet samimi bir jestle milyonlarca insanın şahitliğinde ülkesine davet ediliyor; fakat o gelmemekte diretiyor; gelmemek için her türlü kirli oyuna tenezzül ediyor..

Sene 1976. Ramazan ayının bir Cuma günü, Sultanahmet Camii’nde vaaz verdi. Başbakan Demirel de dinleyenler arasında. Namaz sonrası musafaha edilirken Demirel, Gülen’e yanağını dokundurmak istedi; yüzünü çekti, engelledi. Demirel’in başı boşlukta gel-git yaptı. Çıkışta niye öyle yaptığını sordum. Şarap fıçısı gibi adam, dedi. Ve tenakuz: Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı’nın ödül töreni. Cumhurbaşkanı Demirel’e ödülünü vakfın onursal başkanı sıfatıyla Gülen verdi. Demirel’in elini dakikalarca bırakmadı; ellerinin onun eline dokunmuş olmasından nasıl bahtiyarlık duyduğunu anlattı; ve kitaplarında sadece Efendimiz için kullandığı bir sıfatı onun için de kullandı; Demirel’i söz sultanı ilan etti.

O gün kendisine, dolaylı bir yolla hayatının en talihsiz konuşmasını yaptığını söyledim. Daha sonra, öncesine rahmet okutacak nice talihsizliklerin sökün edeceğini nerden bileyim. Şimdilerde sergilediği Türkiye aleyhtarı tavrı söz konusu talihsizliklerden sadece biri..

Mevlana’dan ödünç alarak bir temsille konuyu bitirelim: Adamın biri, zina etmekte olduğu kadının başı açılınca, “başını ört, saçın bana haram” demiş..”

KENAR YAZI

Şimdilerde tenakuzun tavan yaptığı bir macera yaşanıyor. Batmak üzere olan Bank Asya, başka bankalardan faizle borç alınıp kurtarılmaya çalışılıyor. Yani, Allah için cihada çıkılmışken, ayette, Allah’a karşı harp ilanı kabul edilen faiz kurumu uğruna cihat (!) yapılıyor..

 

HİLAL KAPLAN,

“HDP’ye sorum: Değer mi?”

İsimli yazısında, haziran seçimlerine parti olarak girecekleri konuşulan HDP’nin bu kararla neyi amaçlamak istediğini yorumlamış. Kaplan yazısında, yüzde 10’luk barajın adil olmadığını; ama unutulmaması gerekir ki,  HDP 2015’te Ak Parti’nin ilan ettiği demokratikleşme paketinde yer alan barajı düşürme teklifini geri çevirdiği notu hala hafızalarda, diyor. Kaplan, yazısında HDP’nin yapılan hiçbir ankette barajı aşacak emareler göstermemesine rağmen, bu konuda ısrarcı olmasını yorumlamanın güçlüklerini yaşayanlardan olduğunu söylüyor. Yazar devamında:

“HDP Eşbaşkanı Selahattin Demirtaş’ın barajı aşamadıkları takdirde hükümeti sokakla tehdit etmesini anlamak da mümkün değil. Bir siyasî parti olarak aldığınız kararın sorumluluğu da size aittir. Ak Parti’den ne yapması bekleniyor? Tehditten korkup kendi kitlesini de HDP’ye oy vermeye teşvik etmesi mi? Şayet HDP baraj altında kalırsa, reşit olmanın asgari şartı olan kararının sonuçlarını kabullenmek zorunda kalacak. Ak Parti’nin ise ‘canına minnet’ bir tabloya imza atmış olacak. 
Başlıktaki soru varlığını koruyor: Yeni anayasadan çözüm sürecine HDP’nin en çok varlık göstermesi gereken dönemlerden birinde, 20 vekil daha çıkarma ihtimali için bu riske girmesine değer mi?”   

 

 

 

Ryan Reynold

0 yorum

FİKRİNİZİ BELİRTİN

Zorunlu alanları doldurunuz *