0

SİNAN BURHAN,

“Kemalist Kürtçü Demirtaş...”

İsimli yazısında, Demirtaş’ın son grup konuşmasında Tayyip Erdoğan’a yönelik olarak başkan olamazsın, açıklamalarının , Gezi olayları ile başlayan, 17-25 Aralık Darbe süreciyle devam eden ve Kobani olayları ile zirveye çıkan Erdoğan karşıtlığı ile ilgili planın bir devamı olduğunu yazmış.

Yazar, Kobani’deki IŞİD ve PYD çatışmasını bahane eden HDP ve KCK’nın ülkemizde kaos oluşturma girişiminde bulunduğunu, bu kalkışma ve isyanın merkezinde yine Demirtaş’ın açıklamalarının olduğunu, 6-7 Ekim olayları bahane edilerek bir kalkışma denemesi yapıldığını, bu olaylar esnasında 50’yi aşkın kişinin öldürüldüğünü, Kardeşimiz Yasin Börü’nün katledilmesine de bu olayların yol açtığını yazmış. Yazar,   HDP siyasetine göre ideal bir Kürdün; Kemalist,  ırkçı ve seküler Kürt olduğunu, yani din düşmanlığının HDP siyasetinin özetini oluşturduğunu da ilave etmiş.

Yazar, Kobani olaylarını bahane ederek hükümeti devirme girişimin altında neocon Siyonistlerin ve başka ülkelerin istihbarat örgütlerinin parmağının olduğunu yazmış. Yazar, Kemalist Kürtçü dediği bu güruhun ırkçı olduklarını ve bu sebeple kendileri gibi olmayanlara yaşama hakkı tanımadıklarını yazmış. Yazar, bunların düne kadar Türk milliyetçiliğinden şikayet ettiklerini ama  bugün onların Kürtçülük yaptıklarını,  düne kadar devletin dindarlara baskı yaptığını söyleyenlerin bugün kendilerinin din düşmanlığı yaptığını ve bölgede İslami Partileri hem de Kürt Partilerini hedef aldıklarını, Muhafazakar dernekleri bastıklarını,  taşlarla Hüdapar üyelerinin  kafasını ezdiklerini ve ümmetçi oldukları, faşist olmadıkları için bu muameleye tabi tutulduklarını yazmış:

“Hatırlarsınız Mısır’da baltacılar vardı. Şu an PKK ve HDP’liler baltacıları aratmıyorlar. Ellerinde taşlarla Hüdapar’a gönül verenleri arıyorlar. Hani sizler özgürlükten yana idiniz. Hani sizler baskıdan, işkenceden rahatsızdınız. Ne oldu da kendi soydaşlarınızı işkenceyle öldürüyorsunuz.

PKK ve KCK’lıların bu faşizmden vazgeçmeleri gerekir. Baskı ve şiddetin inkar ve asimilasyonun ne kadar tehlikeli olduğunu en iyi onlar bilir. Batılılar PKK’ya destek veriyorlar. Onlar çözüm sürecinin bitmesini istiyorlar. Kan aksın gözyaşı olsun istiyorlar. Son istikrar adası ülkemizi karıştırmak istiyorlar.

Suriye’nin durumu ortada, Irak’ın durumu ortada. İnsanlar yurtlarından ve yuvalarından ayrıldılar canlarından oldular. Peki ben buradan PKK ve KCK’nın dışındaki Kürtlere sesleniyorum. Bu ülkede huzur var, barış var daha ne istiyorsunuz demeliler bölücülere. Bizler bu ülkede yaşamaktan mutluyuz demeliler. PKK’nın kendi soydaşlarına karşı nasıl katliam yaptığını görmeliler. Kendi ideolojisine uymayanları nasıl da katlediyorlar. Nasıl da öldürüyorlar bunu görmeleri gerekir. Kemalist Kürtçülüğün çözüm olmadığını bilmeleri gerekir.”

Kobani’deki IŞİD ve PYD çatışmasını bahane eden HDP ve KCK’nın ülkemizde kaos oluşturma girişiminde bulunduğunu, bu kalkışma ve isyanın merkezinde yine Demirtaş’ın açıklamalarının olduğunu, 6-7 Ekim olayları bahane edilerek bir kalkışma denemesi yapıldığını, bu olaylar esnasında 50’yi aşkın kişinin öldürüldüğünü, Kardeşimiz Yasin Börü’nün katledilmesine de bu olayların yol açtığını yazmış.

MÜFİT YÜKSEL,

Kürt Meselesi ve İslam Dininin Geleceği”

İsimli yazısında, 7-8 Martta, Diyarbakır’da, iki günlük “Kürt Meselesine İslami  Çözüm Çalıştayı” gerçekleştirildiğini,  Çalıştaya ilginin büyük olduğunu  ve kurultayın coşku içinde gerçekleştirildiğini yazmış. Yazar,
Dindar/İslami kesimler içinde Kürt sorunu ile ilgili ilk kapsamlı toplantı/etkinliğin, Kasım 1992’de, Ankara’da Mazlum-Der’in düzenlediği “Kürt Sorunu Forumu” ile gerçekleştirildiğini, aradan 22 seneden fazla bir zaman geçtiğini, Kürt sorununun, İslam dünyası için, Müslümanlar için, üzerinde hiç vakit kaybedilmeyecek başlıca hayati meselelerden birisi olduğunu, hatta 1991 Eylülünde bir arkadaşımızla birlikte Diyarbakır ve çevre illere gerçekleştirdiğimiz seyahatte, Diyarbakır’daki bir kitabevi sahibinin bize, “Bu meseleye müdahil olmakta geç kaldınız.” dediğini, o  dönemlerde dindar/İslâmi kimliğe sahip çevrelerin Kürt meselesine acilen müdahil olmasının elzem olduğu sürekli, sürekli dillendirildiğini yazmış.

Yazar, oysa,  dindar/İslami kesimlerin bu meseleye müdahil olmakta bir hayli geç kaldığını, bugüne kadar da adeta çok isteksiz davrandığını, o günden bu yana 22-23 yılı aşkın bir zaman geçtiğini, bu zaman zarfında bölgede/Kürdistan’da İslam açısından durumun sürekli vahamet arz ettiğini ve olumlu bir gidişin gözlenmediğini yazmış.

Yazar, bölgedeki neredeyse tüm dini grup ve organizasyonların bu zaman zarfında  çöktüğünü, hatta bu grupların gençlik tabanının çok önemli bir bölümünün, seküler-din karşıtı örgüte kayma gösterdiğini, bölgenin geleneksel, asırlardır cari olan dînî yapısı ile taban tabana zıt, bu yapıyla kavgalı olup, ideolojik selefî yönelimli radikal/siyasal dini grup ve akımların 80’li yıllarla, 90’lı yıllarında başlarında zaman ve enerjilerini olumsuz bir rotada tüketip, erimeye mahkum hale geldiklerini, bölgede öteden beri var olan tekke/dergah ve medreselerde kümelenen geleneksel dini yapıların ise zamanla büyük aşınmalara, içten çürümeye ve inhiraflara uğramış olduğundan canlılık göstermediklerini, 80’li yılların sonları ile 90’lı yılların hemen başında bir yandan devletin, din karşıtı ve Kürt kimliğini inkara dayanan resmi ideolojisinin, kolluk kuvvetlerinin, diğer yandan Stalinist örgütün baskısından bunalıp, arayış içinde olan dindar kitleler, MNP, MSP geleneğinden gelen partiye, RP’ye yöneldiklerini, 1991 yılı yazına gelindiğinde RP’nin bölgede oy oranı yüzde 80’ler civarına dayandığını, bunun da 1991 erken seçimlerinde RP’nin  MHP ile seçim ittifakına girmesine kadar devam ettiğini yazmış:

“Saydığım sebeplerden dolayı, dindar kitleler bölgede organize olmaktan ve bir şemsiyeden mahrum, limandan yoksun bir durumda kaldılar. Oysa ki, sol-Marxist kökenli laik-Stalinist  gruplar öteden beri, 60’lı yılların başlarından bu yana içeride ve diasporada -Avrupa’da- örgütlenme imkanına sahip olmaları, dahası bir kısmının silahlı örgütlenme şansını elde ettiklerinden baskın ve etkin duruma geldiler. Ayrıca, devletin de 80’li yıllardan beri PKK ve uzanımları dışındaki en ılımlı gruplar dahil  tüm organizasyonları adeta PKK lehine olacak şekilde sürekli budayıp tasfiye etmesi, hayat hakkı tanımaması 68 kuşağının Stalinist gruplarının Kürt kimliği siyaseti üzerindeki gücünü pekiştirmiştir. 90’lı yılların başından itibaren bazı sol kökenli laik/seküler Kürt yayınevlerinin yayınları ile 25 yıldır oluşan literatür, bu süreçte yetişen Kürt gençliğinin büyük oranda bu yönde evrilmesi sonucunu verdi. Böylelikle, bu gruplar, taş atan çocuklar başta olmak üzere, önemli oranda Kürt gençliğini de devşirip kazandı.  

Tüm bunlara bakıldığında, dindar/İslami grupların, siyasi oluşumların Kürt sorununu uzun zaman görmezden gelmeleri, vakıayı görememeleri, bölgede İslam dininin geleceği konusunda iç karartıcı bir tablonun oluşması neticesini vermiştir. Kürdistan coğrafyası İslam tarihinin ilk dönemlerinden beri, İslam dünyasının, Müslüman coğrafyanın kalbi sayılabilecek bir mevkide yer almaktadır. Bu bölgede oluşan/oluşacak siyasi/sosyal değişimler, Müslüman coğrafyayı temelden etkileme, sarsma potansiyeline sahiptir. 
Ulus-devlet tecrübesinin oluşturduğu travmalar, seküler/sosyalist-Arap milliyetçisi Nasırcı Baas rejimlerinin ağır baskıları, Batı/modern eksenli dünya sisteminin baskınlığı; Kürt siyasal hareketlerinin 1950’lerden sonra tedricen modern ideolojik/seküler bir yapıya dönüşmelerine yol açtı. Sol yönelimli, seküler Kürt siyasal gruplarının zamanla iyice örgütlenerek, sahaya hakim olmaya başlamaları Kürt siyasi hareketlerinin Müslümanlıkla aralarına mesafe koyup, zamanla Din’e karşı bir tutum içine girmelerine sebep oldu…”

 1991 Eylülünde bir arkadaşımızla birlikte Diyarbakır ve çevre illere gerçekleştirdiğimiz seyahatte, Diyarbakır’daki bir kitabevi sahibinin bize, “Bu meseleye müdahil olmakta geç kaldınız.” dediğini, o  dönemlerde dindar/İslâmi kimliğe sahip çevrelerin Kürt meselesine acilen müdahil olmasının elzem olduğu sürekli, sürekli dillendirildiğini yazmış.

 ÖZKAN YAMAN,

Nevruz Bir Gün Kurtarılacaktır”

İsimli yazısında, baharın gelişinin dünyanın her yerinde çok eski zamanlardan beri farklı isimlerle ve birbirine yakın zamanlarda kutlandığını,  Nevruzun ise, eski İran'lıların yani Mecusilerin dini bir ritüeli sayıldığını ve o dönem İslam alimleri tarafından şiddetle nehyedildiğini yazmış.

Nevruzun anlattığı manaya farklı roller yüklenerek bir takım cahiliye adetlerini yayma ve sergileme karnavalına dönüştürmenin  savunulamayacağını,  İslami kesimlerdeki yaklaşımın, Nevruzun kendisi değil de kullanıcıları ve kullanım biçimleriyle alakalı olduğunu, reddetme veya kabullenmemenin asli delillere değil fer'i delillere, onların da belki en zayıfı olan maslahata dayanmış olduğunu, Bediüzzaman'ın talebelerinden Muhsin Alev’in, Üstadın, kırda köpeklere ekmek parçası verip, “Bugün, bu Nevruz bayramından bu köpeğin bile bir hissesi vardır. Bahar mahlûkatın bayramıdır. Biz de onların bayramına iştirak edelim.” dediğini ve çok sevinçli bir hali olduğunu naklettiğini söylemiş:

“Nevruz diye ilan edilen günlere yakın zamanda kutlanan Kutlu Doğum Etkinlikleri de, Alemlere Rahmet Hz. Muhammed Mustafa'nın (sav) doğumunu bir anlamda bayram saymak olduğu gibi aynı zamanda tam doğrudan ifade edilmese de, nisanla birlikte kışın-karın-soğuğun, hastalıklarının, darlığının, zorluk ve meşakkatinin çekilip yerine içi ısıtan, gönülleri ışıtan, sıhhat ve afiyetin, bolluk ve bereketin gelişine de bir teşekkür kutlamasıdır.

 Hele açık alanlarda yapılan kutlu doğum etkinlikleri, belki de nevruzdan hem zaman hem kutlama biçimiyle her açıdan daha gerçekçi, daha faydalı ve daha doğru bir bahar bayramıdır. Ancak bunun böyle olması martın son, nisanın da ilk haftası arasında kutlanan nevruzun usûl olarak değil esas olarak keskin bir biçimde reddedilmesi gerektiği anlamına gelmez.

Birilerinin ısrarla Kürtleri İslami kimliğinden koparıp özgürleştirerek(!) kuru bir etnik yığına dönüştürme gayesi ile sıkı sıkıya sarılıp birtakım ahlaki yozlaşmalar ve suistimallerle çirkinleştirdikleri Nevruz, bir gün bu esaretten ve kirlerden kurtarılacaktır.

O gün Şeyh Said Efendinin, din için ve Allah için başını verdiği mücadelesinin zafere eriştiği gün olacaktır. Yine o gün uğruna 28 yıl eziyet ve işkencelere katlandığı davasının bayrak olup dalgalandığı gün olacaktır. Hem o gün, en azizlerini feda eden Hüseyin'lerin galip geldiği gün olacaktır.

Yoksa kocaman bir halkın, kendini tanrı ilan eden bir sefil ayağın özgürlüğüne kurban edilme ayini değil.”

SADULLAH AYDIN,

“Halepçe Katilleriyle Flört Edenler Kürt Dostu Olamazlar”

İsimli yazısında, çoğu insanın kafasına takılan iki soruyu kendince cevaplamaya çalışacağını, bunlardan ilkinin PKK ve türevlerinin gerçekten yurtsever mi oldukları ve iddia ettikleri gibi Kürt halkının selameti, mutluluğu ve kurtuluşu için mi mücadele ettikleri ve  gerçekten Kürt halkının acısını yüreklerinde taşıyorlar mı diye sormuş.

Yazar, tarihte davaları batıl olduğu halde halklarına acıyan, kendilerince halklarının kurtuluşu için didinen, bedel ödemeyi göze alan birçok kişi ve grubun olduğunu, ama yazık ki PKK'yi bu grupların içinde sayamadığını çünkü   PKK’nin, beşeri, İslam dışı, hatta İslam karşıtı bir davanın sahibi olduğunu ve PKK’nin, halk dostluğunda ve Kürtlüğünde de samimi olmadığını yazmış.

Yazar, PKK ve türevlerinin Amerika dostu olmasının da bu iddiayı desteklediğini söylemiş. Yazar ayrıca, Halepçe katliamını 27. Yılında yeni andıklarını,  Halepçe katliamı esnasında ve sonrasında on binlerce Kürtün vahşice öldürüldüğünü, bu katliamı ve vahşi cinayetleri Saddam rejiminin yaptığını, lakin Saddam’ın en büyük destekçilerinin ve ona göz yumanların,  Büyük şeytan Amerika ve İsrail olduğunu yazmış.

Yazar, şayet Amerika isteseydi Saddam yönetimine Halepçe katliamını yaptırmayabileceğini,   Irak Kürdistan'ındaki vahşi cinayetlere müsaade etmeyebileceğini, Halepçe'ye ölüm yağdıran uçaklara hava sahasını kapatabileceğini; çünkü Irak’ın hava sahasının o dönemde Amerika’nın kontrolünde olduğunu; ama bırakın hava sahasını kapatmayı Saddam'a kimyasalları verenin  bizzat Büyük şeytan Amerika olduğunu yazmış.

Yazar, Halepçe katliamının en büyük sorumlularından ve mazlum Kürt halkının yaşadığı ve halen yaşamaya devam ettiği zulümlerin arkasındaki güç olan Amerika'ya dostluk eli uzatan, onunla flört eden, etkinliklerinde “yaşasın Obama!” sloganları atan bir örgütün Kürt dostu olduğunu söylemenin en hafif tabirle halkların zekâsıyla alay etmekle bir olduğunu söyledikten sonra ikinci sorusunu ve bu soruya verdiği cevabı da şöyle yazmış:

“İkinci soruysa bölgedeki İslami camianın Kürtlüğüyle ilgili… İslami camianın mazlum, Müslüman Kürt halkının sorun ve sıkıntılarıyla yakından ilgilenmesi, özellikle tarihi anlam taşıyan ve ilk defa Kürt halkının sorunlarını konuşup çözüm üretmek üzere İslami grupları bir araya getirmesi bile devrim niteliğinde olan, “ Kürt meselesine İslami çözüm çalıştayı”ından sonra bu soru akılları daha çok meşgul eder oldu.

Gözlemlerim ve kanaatim şudur ki bölgede HÜDA PAR, Mustazaflar ve Hizbullah gibi isimlerle adlandırılan İslami camia yurtseverdir. Doğup büyüdüğü toprakları sever. O topraklarla gönül bağı son derece güçlüdür. Vatan sevgisini, yurt sevgisini imandan bilir. Halkının mutluluğu, kurtuluşu, özgürlüğü vs. öncelikleri arasındadır. Ki bu peygamberi bir ahlaktır. İslami ve insani bir anlayıştır. Diğer bütün Müslüman halkların, hatta yeryüzündeki bütün mazlum halkların kurtuluş ve selametini arzuladığı gibi mensubu olduğu Kürt halkının da kurtuluş ve selametini arzular. Türkler, Araplar, Farslar ne tür haklara sahipse aynı hakları mazlum Kürt halkı için de talep eder ve bu uğurda mücadele etmekten de çekinmez.

Ama İslami camia asla kavmiyetçi değildir ve hiçbir zaman da olmayacaktır. . Kürdiliğini kabul ettirmek adına bazılarının yaptığı gibi inanç ve değerlerinden taviz verip asla kavmiyetçilik yapmaz.

İslami camia kavmiyetçiliği bir hastalık, İslam dışı bir ideoloji sayar. Müslüman Kürt halkının kurtuluşunu kavmiyetçilikte değil İslami değerlerde görür.  Kürdistani olmak adına dini değerlerinden vazgeçip İslam düşmanı, milliyetçi oluşumların kuyruğuna takılmaz. Ümmetçiliği kendi halkının kurtuluşuna ve vatanperverliğe engel görmez. “ 

 Şayet Amerika isteseydi Saddam yönetimine Halepçe katliamını yaptırmayabileceğini,   Irak Kürdistan'ındaki vahşi cinayetlere müsaade etmeyebileceğini, Halepçe'ye ölüm yağdıran uçaklara hava sahasını kapatabileceğini; çünkü Irak’ın hava sahasının o dönemde Amerika’nın kontrolünde olduğunu; ama bırakın hava sahasını kapatmayı Saddam'a kimyasalları verenin  bizzat Büyük şeytan Amerika olduğunu yazmış.

Ryan Reynold

0 yorum

FİKRİNİZİ BELİRTİN

Zorunlu alanları doldurunuz *