488


                Gülyabani kıllıklı, görüntüleriyle insanı dehşete düşüren iki polis Ali’nin kollarından tutmuş onu karanlık koridorda sürüklüyorlardı. Her taraftan insan çığlıkları yükseliyordu. Korkunç, imdat isteyen çığlıklar… Karanlık koridor boyunca sıralanan paslı, soğuk karolifer peteklerine ellerinden, ayaklarından kelepçeli çıplak insanlar vardı. Birçoğu yarı baygındı. Vücutları yara bere içindeydi. Soğuktan tir tir titreyen bedenlerini ısıtabilmek için büzülmüş bu mazlumlardan bazıları bıkıp usanmadan dua ediyor; kuruyan, çatlayan dudaklarından Allah lafzı eksik olmuyordu.

                Kalplerindeki acımasızlık yüzlerine yansımış, gaddar bakışlı polisler demir bir kapının önüne gelince durdular. Demir kapıyı gıcırtıyla açtılar. Ali’yi boş bir çuval gibi içeri doğru fırlattılar. Ali’nin vücudu tok bir ses çıkararak beton zeminde yuvarlandı. Ama kendine gelmedi. Derin bir baygınlık hali yaşıyordu Ali. Polislerden biri içeri girdi. Keskin uçlu ayakkabılarıyla Ali’ye birkaç tekme attı. Dudaklarında pis bir sırıtmayla:

                ----- Hey öğrenci bozuntusu! Diye bağırdı. Kendine gelsene be! Bu ne uyku? Babanın evinde misin?

                Sonra Ali’nin üzerine eğildi. Kaba ellerini genç adamın ağız kenarlarından gelmiş kan sızıntısıyla ıslanmış siyah sakalları, çürük içindeki çıplak derisi üzerinde gezdirdi. Gözlerini kaldırdı. Anlamsız, boş bakışlarla onu süzen arkadaşına çirkin bir küfür savurdu.

                ----- Ben sana bu süt kuzusunu az ıslat dememiş miydim ulan!

                Arkadaşı loş hücreyi zangır zangır titreten bir kahkaha attı.

                ----- Çok da zayıfmış yavrucak! Diye karşılık verdi. Ağız tadıyla bir işkence yapamadan bayıldı. Bütün dinciler böyle dayanıksız çıkarlarsa yandık!

                Ali’nin başındaki polis homurdandı.

                ----- Seni domuz! Yaptığın işkencelere bir fil bile dayanamaz. Neyse kendine gelir.

                Polisler Ali’yi buz gibi beton zeminin üstünde çırılçıplak bırakarak hücreden çıktılar. Demir kapı kapanınca küçük hücre koyu bir karanlığa gömüldü.

                Yirmi beş yaşlarında gösteren, temiz yüzlü, seyrek siyah sakalları nurlu yüzüne daha da sempatik bir anlam veren, narin yapılı bir üniversite öğrencisiydi Ali. Birkaç ay sonra mezun olup edebiyat öğretmeni olacaktı. İki yıl önce dindarların arasına katılmıştı. Bu iki yıl zarfında tam bir dava adamı olmuştu. Derslerinden arta kalan zamanını ev sohbetleriyle, cami çalışmalarıyla geçiriyordu. Camide minik çocuklara Kûr’an dersi vermek, Peygamberin siyerini, peygamber kıssalarını çocuklara anlatıp onların temiz zihinlerini İslam’ın berrak suyuyla yıkamak Ali’yi sonsuz bir mutluluğa gark ediyordu. Dindarlarla beraber olduğu için çok mutluydu.

                Yine bir yaz akşamı camide cemaatle yatsı namazını kıldıktan sonra etrafını muhabbetle sarmış çocuklara peygamberin hayatından kesitler anlatırken polis baskınına uğramıştı. Onlarca tim kirli ayakkabılarıyla caminin halıları üzerinde koşturarak, korkunç haykırışlar eşliğinde, masum yavrucakların korkudan büyümüş gözleri önünde ona silahlarını doğrultmuşlardı. Sanki karşılarında yüz adam öldürmüş azılı bir katil vardı. Veya yıllardır aranan ama izine bir türlü rastlanamayan bir terör örgütünün lideri… Halbuki birkaç ay sonra öğretmen olacak, ömründe eline silah almamış, kendini toplumun aydınlanıp bilinçlenme, dinini tanıma davasına adamış ve her gün düzenli olarak okuluna gidip gelen, yüreği iyilik dolu genç bir öğrenciydi sadece…

                Ali karanlık hücrede saatlerce baygın kaldı. Bu saatler boyunca ne gelen vardı ne de giden. Ali karanlık, küflü hücrede unutulup gitmişti. Ali’yi kendine getiren iliklerine kadar işleyen dondurucu soğuktu. İşkence esnasında Ali’nin çıplak vücudunu buz gibi tazyikli suyun altında tutmuşlardı. Sonra o ıslak, donmuş çıplak bedeni getirip rutubetli betonun üstüne atmışlardı.

                Ali kendine gelince ilk önce nerede olduğunu bilemedi. Zifiri bir karanlığın içindeydi. Ve çıplaktı. Zihnini toparlamaya çalışan genç adam hücreye atıldığını anladı. Bir üşüme hissi bütün vücudunu sarmıştı. Donuyordu. Yanı başında bir battaniye olsaydı ne kadar hoş olurdu. Bir battaniye için neler vermezdi ki… Açtı. Hem de ölesiye… Açlık üşüme hissini daha da artırıyordu.

                Ali’nin gözleri yavaş yavaş karanlığa alıştı. İçine atıldığı hücreyi gözden geçirdi. Islak bir zemin, kirli, isten kararmış çıplak duvarlar, böcek ağlarıyla dolu tavan kirişleri ve tavanın ortasında aşağı sarkan kapkara bir ampul… Bir de demir bir ranza. Pastan benek benek olmuş, ayak yerleri yumulmuş, mide bulandırıcı bir ranza…

                Ali birden iki gün boyunca namaz kılmadığını hatırladı. İşkence iki gün boyunca durmadan sürmüştü. İşkencecilerden biri yorulunca öbürü devralıyordu. Ali bayılıp ayılıyordu. İşkencelere dayanamayıp bayılınca üzerine soğuk su döküp onu tekrar ayıltıyorlar, işkenceye kaldıkları yerden devam ediyorlardı. Bu zaman zarfında Ali namaz kılmaya fırsat bulamamıştı.

                İki gün boyunca namaz kılmadığı düşüncesi Ali’nin tüm zihnini kapladı. Namazdan başka şeyi düşünemez oldu. Her şeyi unuttu. Açlığını, üşüyen, ağrılar içinde sızlayan bedenini, çıplaklığını, iki gün boyunca uğradığı hakaretleri, aşağılanmasını, esaretini unuttu. Gözleri doldu. İki gündür Rabbine secdeye varmamıştı demek. Namaz kılmaya müthiş bir iştiyak duydu. Namaz kılma arzusu ruhunu çepeçevre sardı. Ama nasıl? Çıplaktı. Üzerine örteceği, vücuduna saracağı hiçbir şey yoktu. Bir kirli çaput bile… Sonra su da yoktu. Neyle abdest alacaktı. Duvarlar ve zemin hep betondu. Teyemmüm alacak toprak bile yoktu.

                Ali hiç düşünmedi. Korkusuzca kapıya yöneldi. Olacakları umursamadan bütün gücüyle demir kapıyı yumruklamaya,

                ----- Hey kimse yok mu? Diye bağırmaya başladı.

                Ancak boş hücrede yankılan haykırışlarından, yumruklanan tiz kapı sesinden başka bir cevap alamadı. Hiç kimse gelmiyordu. Ali yoruluncaya kadar kapıyı yumruklayıp bağırdı. Kimsenin gelmeyeceğini anlayınca isli duvara yöneldi. Teyemmüm niyetini getirip avuçlarını duvara vurdu. Öyle bir coşku ve heyecan içindeydi ki duvardan avuçlarına sadece kara bir is bulaştığını göremedi. İsli avuçlarını yüzüne ve kollarına sürdü. Sonra namaza durdu. Derin bir huşu içinde namaza daldı gitti. Sanki Rabbiyle konuşuyordu. Daha ilk rekâtta yüzüne huzur dolu bir gülümseme yayıldı. Gözleri mutlulukla parlıyordu. O kadar mutlu ve mesuttu ki…

 

 

 

Ryan Reynold

0 yorum

FİKRİNİZİ BELİRTİN

Zorunlu alanları doldurunuz *