Karlı, soğuk, dondurucu bir kış
günü Ahmet ile dedesi uzak bir köyden kasabaya geri dönüyorlardı. Kasabanın
kenarında tenekeden bir kulübede yaşıyorlardı. Ahmet dokuz yaşındaydı; dedesi
ise yetmiş beş…
Ahmet’in dedesi Mustafa Hoca âlim bir zattı. Bir zamanlar medreselerde
ilim tahsiline gitmiş, hatta birkaç sene köy imamlığı bile yapmıştı. Yaşlılık
yıllarını yoksul bir adam olan oğlunun yanında geçirmişti. Ama oğluyla gelini
ard arda ölünce zavallı Mustafa Hoca torunuyla yapayalnız kalmıştı. Zamanla
yoksullukları artmış, dilenecek hale gelmişlerdi.
Mustafa Hoca sığınacak bir ev, birkaç lokma yiyecek için torunuyla bu
kara kışta tam iki gün yürümüş, şimdi elleri boş döndükleri dağ köyüne
gelmişlerdi. Çok uzaktan akrabaları olan bir aile yaşıyordu bu köyde. Lakin
akrabaları olan aile onları tanımazdan gelmiş, dertleriyle ilgilenmemişti.
Ve işte elleri boş, aç, soğuktan titreyerek, yayan kasabaya geri
dönüyorlardı. En çok da Ahmet üşüyordu. Küçük Ahmet’in üstünde onu ısıtamayan
incecik bir elbise vardı. Lastik ayakkabıları delikti. Çorapsız narin ayakları
ıpıslaktı ve soğuktan mosmor kesilmişti.
Midesi açlıktan kazınan, soğuktan büzülüp büzülüp dedesine sokulan Küçük
Ahmet bir ara dayanamadı. Titrek bir sesle:
----- Dedeciğim! Dedi.
----- Ne oldu Ahmet’im? Deden sana kurban…
----- Dedeciğim, neden bizim de herkes gibi evimiz yok? Neden biz de
herkes gibi kalın elbiseler giyemiyor, yeni ayakkabılar alamıyoruz? Benim
ayakkabılarım delik olmasaydı, kalın bir kazağım olsaydı üşümeyecektim.
Mustafa Hocanın gözleri doldu. Çaresizlik içinde gülümsedi.
----- Biz yoksuluz da ondan yavrum! Bunlara sahip olacak paramız yok.
Küçük Ahmet’in yüreği birden acıyla dolup taştı. Ağlayarak:
----- Bize yardım edecek kimse yok mu? Diye bağırdı.
----- Var…
----- Kim?
----- İslam… İslam bize yardım edebilir! İslam çok merhametlidir, sonsuz
bir şefkati vardır. İslam’ın olduğu yerde yoksulluk olmaz, açlık olmaz,
çıplaklık olmaz! Bir yerde İslam olunca orda sevgi, yardımlaşma, fedakârlık,
merhamet, acıma, dostluk hâkim olur! İslam yoksulların, çaresizlerin, açların
dostudur!
Küçük Ahmet sevinçle el çırptı.
----- Dedeciğim neden şimdiye kadar İslam’ın yanına gitmedik? Neden bu
kadar geç kaldık? Hemen onu arayıp bulalım! Ben de diğer insanlar gibi yaşamak
istiyorum artık!
Mustafa Hoca yaşlı gözlerini rutubetli, soğuk gökyüzüne dikti.
----- İslam çok, ama çok uzaklarda oğlum! Dedi ağlayarak. Onu bulamayız
ki! Kim bilir nerelerdedir? Bizden küstü! Ona sırtımızı döndük, düşmanlarına
boyun eğdik. Onunla ilgilenmedik. O da küsüp gitti. Çok, çok uzaklara gitti!
Küçük Ahmet sustu. Sesini çıkarmadı. Ama derin, çok derin düşüncelere
daldı. Bir daha da soğuktan, açlıktan şikâyet etmedi.
Küçük Ahmet ile dedesi yaşadıkları yere, kasabadaki teneke kulübelerine
geri döndüler. Çileli, acıklı yaşamları devam etti.
O günden sonra küçük yavrucak çok değişti. Hiç konuşmuyor, sızlanmıyor,
hep düşünüyordu. Dedesi ne yaptıysa yüzünü güldüremedi. Küçük Ahmet
hayırseverlerin bazen merhamete gelip verdikleri birkaç kuruşu da harcamıyor,
biriktiriyordu. Çoğu sefer aç yatıyor, ama parasını harcamıyordu.
Bir gün Küçük Ahmet dedesinin karşısına dikildi. Onun avucuna bir sürü
bozuk para koydu. Mustafa Hoca torununa şaşkınlıkla bakakaldı.
----- Bu ne yavrum? Diye sordu.
Küçük Ahmet kararlı bir sesle:
----- Ben dönünceye kadar bu parayla kendine yiyecek alırsın dedeciğim!
Dedi. Aç kalmazsın.
----- Sen nereye gideceksin?
----- Ben... ben İslam’ı aramaya gideceğim! Onu bulmadan dönmeyeceğim…
Onu mutlaka bulacağım!
Mustafa Hoca torununa sarıldı. Onu şefkatle öptü. Hem ağladı hem öptü.
Gözyaşlarının beyaz sakallarını ıslatmasına aldırmadan:
----- Eğer! Dedi hıçkırarak, İslam onu aradığını bilseydi mutlaka
gelirdi…