Merhume ninem her o olayı
anlatışında gözleri buğulanır, sesini bir titreme alır, derin düşüncelere
dalar, bakışlarını uzaklara dikerdi.
Ninemin bize anlattığı en kıymetli anısıydı o olay. Çok duygusal,
hüzünlü bir anlatışı vardı. Sanki o günleri tekrar yaşıyor gibiydi.
Klasikleşmiş
bir cümleyle başlardı sözlerine ninem; “ Ben o zamanlar küçük bir kızdım, sekiz
dokuz yaşlarındaydım. Mardin’den gelen askeri ilk görenlerden biri de
bendim. Şafak vaktiydi. Erkenden
uyanmış, dış kapının önünde biraz sonra doğacak güneşin kendinden önce
gökyüzüne serpiştirdiği kızıllığı izliyordum.”
Sonra
ninem derin bir nefes alır, kendisini pür dikkat, büyük bir heyecanla dinleyen
bizlere hüzünlü bir gülümsemeyle bakar:
“ Şeyh
Said Hazretlerinin kıyamının üzerinden iki veya üç sene geçmişti,” diye olayı
anlatırdı. “ Dediğim gibi o sabah erkenden uyanmış, bahçemizin tahta kapısının
önünde sessizce oturuyordum. Hava aydınlıktı ama güneş daha doğmamıştı. Ufkun
doğu tarafında gittikçe yayılan kızıllığa dalmıştım. Köyümüzde yaz ayları
güneşin doğuşu çok güzel olur. Çoğu dağ köyünde olduğu gibi köyümüzde de güneş
dağların arkasında sallana sallana yükselir, sonra birden ihtişamla dünyaya göz
kırpardı. Çok severdim o anı.
Yine o gün güneşin doğuşuna
dalmışken birden kan ter içinde kalmış bir atlının tozlu yoldan köyümüze doğru
atını çatlatırcasına sürdüğünü gördüm. Adamın yüzü gözü ter içinde kalmıştı.
Üzerinde asker elbisesi vardı. Yorgunluktan atının üzerinden düşecekmiş gibi
duruyordu.
Askeri görünce korkuyla ayağa
fırladım. Arkama bakmadan dış kapının önünden içeriye, bahçeye doğru koştum.
Oradan da kalbim yerinden fırlayacakmış gibi güm güm atarak sundurma
merdivenlerini tırmandım. Bir taraftan da:
--- Baba! Baba! Diye
bağırıyordum.
Babam eşikte beni karşıladı. Siyah
sakalları ıslaktı. Belli ki Duha namazına hazırlık için yeni abdest almıştı.
Kolları da sıvalıydı. Dizlerinin altına kadar gelen, geniş, beyaz mintanını
dirseklerine kadar katlamıştı. Sakin bir tavırla beni tuttu. Yana kayan
eşarbımı tutarak:
--- Ne oldu Bese, ne oldu kızım?
Diye sordu.
Korkudan dilim tutulmuştu.
Kekeleyerek:
--- AS, asker! Diyebildim. Buraya
doğru geliyor.
Babam da ürkmüştü. Çok cesur ve
soğukkanlı olmasına rağmen o da asker sözünden kaygılanmıştı. Asker lafını
duyup da korkmayan mı vardı o sıralar. Askerlerin Şeyh Said Kıyamından sonra
özellikle köylerde işlediği katliamlar, cinayetler herkesi dehşete düşürüyordu.
Her gün bu tür haberlerle çalkalanıyordu küçük köyümüz. Köylere baskın yapan
askerlerin işledikleri korkunç cinayetler, kadın ve çocuklara dahi acımamaları,
önlerine geleni kurşuna dizmeleri, evleri ateşe vermeleri, cami ve ahırları
doldurdukları köylülerle birlikte yakmaları ve daha neler neler… En çok da dağ
köylerinde işleniyordu bu vahşetler. Şeyh Said’in ölümden kurtulan
arkadaşlarının bu köylerde kaldıklarını iddia ediyorlar, terör estirerek
köylüleri, tehcire, göçe zorluyorlardı.
Babam daha ağzını açmamıştı ki
tahta avlu kapımız şiddetle çalınmaya başladı. Bir taraftan da gür, yorgun bir
ses:
--- Şeyh Ömer! Diye sesleniyordu.
Şeyh Ömer!
Babam sesi tanımıştı. Şaşkınca
etrafına bakınarak:
--- Bu Ahmet Çavuşun sesi! Dedi.
Ahmet Çavuş, köyümüzden yirmi
kilometre kadar uzakta bulunan Mardin’de kalıyordu. Orta yaşlı bir adamdı. Bir
ara kızı hastalanmış, doktorların aciz kalması üzerine köyümüze, dedem Şeyh
Ömer’in yanına getirmişti onu. Dedem, Allah’ın izniyle onun iyileşmesine vesile
olmuştu. Psikolojik bir sorunu vardı kızının. O zamanlar biz bu tür
hastalıklara cin çarpmış diyorduk. Çevre köylerden, hatta şehirlerden bu tür
hastaları dedemin yanına getiriyorlar, dedem onların iyileşmelerine vesile
oluyordu.
Kızının iyileşmesinden sonra
Ahmet Çavuş ara sıra gizlice köyümüze gelir, dedeme hediyeler getirirdi.
Kapımızı şiddetle çalan oydu.
Babam büyük bir endişe içinde
sundurmanın merdivenlerini ikişer üçer atlayarak indi. Koşar adımlarla gidip
kapıyı açtı. Ahmet Çavuş karşısında perişan bir halde duruyordu. Donmuş gibi
bir hali vardı. Babamı görür görmez:
--- Seyyid Tahir! Dedi kahrolmuş
bir sesle. Seyyid Tahir, felaket! Felaket!
Babam, Ahmet Çavuşun omuzlarından
tutarak sarstı.
--- Kendine gel Allah aşkına! Ne
oldu, söylesene? Ne oldu?
Ahmet Çavuş ha bire:
--- Felaket! Felaket! Diye
sayıklıyordu.
Sonra gözleri açık kapıdan
görünen sundurma merdivenlerine ilişti. Birden kendini kaybetti. İleri
atılarak:
--- Şeyh Babaya haber vermeliyim!
Diye haykırdı. Vakit yok, hiç vakit yok!
Dedem Şeyh Ömer de gürültüyü
duymuş, üzerindeki sabahlığıyla eşiğe çıkmıştı. Çavuş, dedemi görünce ellerine
atıldı.
--- Şeyhim hemen kaçın! Hiç vakit
yok.
Dedem büyük bir âlimdi. Bilgisi
ve takvasıyla meşhurdu. Köyümüzün reisi sayılırdı. Sadece köyümüzde değil,
çevre köylerde de saygın biri olarak değer görürdü. Yetmiş yaşlarındaydı. Her
zaman üzerinde beyaz bir fistan bulunurdu. Başından aşağıya doğru sarkıttığı
sarığı, gür beyaz sakalıyla heybetli bir görünüme bürünürdü. En zor zamanlarda
bile sabırlı, soğukkanlı olmayı elden bırakmazdı. Allah’a güveni tamdı.
Dedem, çavuşun davranışı
karşısında her zaman olduğu gibi paniğe kapılmadan meseleyi öğrenmek istedi.
Sakin, ciddi bir sesle:
--- Hele bir sakinleş, dinlen,
kendine gel Ahmet Çavuş! Dedi. Seni bu kadar perişan eden nedir?
Ahmet Çavuş çaresizlik içinde
ağladı.
--- Şeyhim, dinlenecek zaman
değil! Hemen kaçmanız lazım!
Dedem Şeyh Ömer büyük bir musibetin
gelmekte olduğunu hissetti. Allah’a tevekkül ederek sordu.
--- De hele ne oldu?
Ahmet Çavuş yıkılırcasına yere
çömeldi. Birkaç defa derin derin nefes alıp verdi. Kendisine ikram edilen sudan
biraz içti. Az bir şey toparlanınca felaketi haber verdi.
--- Şeyhim ferman!
--- Ne fermanı?
--- Ankara’dan emir geldi. Şeyh
ve seyyidlere yönelik ferman çıktı. Siz seyyid olduğunuz için sizin hakkınızda
da karar çıktı. Bu köye baskın yapacaklar. Erkekleri tutuklayıp kadın ve
çocukları da Batı illerine sürgün edecekler.
Ahmet Çavuş yine heyecanlandı.
Yalvaran bir sesle inledi.
--- Hemen kaçın şeyhim! Ben
gizlice geldim. Mardin’den buraya atımı çatlatırcasına koşturdum. Her an
gelebilirler.
Dedemin yüzü sapsarı kesildi.
Dudakları titredi. Sonra kalın, beyaz kaşları çatıldı. Öfkeyle:
--- Zalimler! Diye haykırdı. Hiç
kimseye acımazlar!
Birden sakinleşti. Paniğin,
korkunun sırası değildi. Omuzundaki sorumluluk ağırdı. Askerler gelemden önce
gitmeliydiler.
Dedem bir müddet düşündü.
Sakallarını avuçlayarak yavaş yavaş odada dolaştı. Korkulu bakışlarla onun
vereceği kararı bekleyen ev halkına sakince baktı. Gözü bana takıldı. Korkudan
bir yaprak gibi tir tir titrediğimi görünce gülümsedi. Hala unutamadığım
yumuşak bir gülümsemeyle:
--- Bese! Dedi bana. Güzel kızım,
sen Evlad-ı Resulsün! Peygamber soyunun çocuklarına düşmandan korkmak yakışır
mı?
Sonra Ahmet Çavuşa döndü.
--- Bizi bilgilendirdiğin için
Allah razı olsun! Dedi. İnşallah bunun mükâfatını Allah katında görürsün. Sen
hemen dön! Buraya geldiğini bilmesinler. Yoksa başın belaya girer. Allah,
kendisine dayananları yalnız bırakmaz. Biz O’na dayandık, güvendik. O ne güzel
dost, ne güzel vekildir!
Ahmet Çavuş içi kan ağlayarak,
istemeye istemeye terden sırılsıklam olmuş, sağrısından dumanlar yükselen atına
atlayıp gitti.
Çavuş gittikten sonra babam
endişeyle dedeme döndü. Saygılı bir ifadeyle:
--- Ne düşünüyorsun efendim?
Dedi.
Dedem çoktan kararını vermişti.
--- Hemen köyü terk edip hicret
etmekten başka çare yok. Göç yolu göründü oğul!
Babam merak ve endişeyle, şaşkınca
sordu:
--- Nereye şeyhim!
Dedem hiç tereddüt etmeden:
--- Nereye olabilir oğlum Tahir!
Dedi. Suriye’den başka yer mi var?
Bu karar babamın da aklına
yatmıştı.
--- Haklısınız, diye mırıldandı.
Bize en yakın sınır Suriye… Ayrıca orada akrabalarımız, dostlarımız,
tanıdıklarımız var.
--- Sınırı geçip Suriye
Kürdistan’ına, Amude’ye, dostlarımızın yanına gideceğiz.
Kısa bir süre içinde bütün köy
ayaklanmıştı. Zaman çok dardı. Hemen harekete geçmemiz gerekiyordu. İnsanlar
şoktaydılar. Kadınlar, çocuklar, bebekler ağlaşıyorlar, erkekler şaşkın şakın
koşturuyorlardı. Korku yürekleri doldurmuş, her an baskına uğrama endişesi
kadınları canlandırmıştı.
Birkaç at ile kağnılara
koşacağımız birkaç güçlü dananın dışında hiçbir şeyi götürecek durumda
değildik. Acil eşyalarımızı, bazı giyecek ve yiyeceğimizi kağnılara yükleyip
köyün dışında toplandık. O kadar acele etmiştik ki hazırlık sırasında evlerimiz
savaş alanına dönmüş, yiyecek dolu küplerimizin çoğu yerlere devrilip dökülmüş,
hayvansal ürünlerimiz heder olmuştu. Küpler dolusu tereyağımız, peynirimiz,
tuzlanmış etimiz, pekmezimiz, tahılımız, salçamız vardı. Çoğu ya yerlere
dökülüp heder oldu ya da öylece yerinde kaldı.
Geçim kaynağımız bahçelerimiz,
bağlarımız ve hayvanlarımızdı. Dağ köylerinde geçim kaynakları genelde bunlar
olur. Koyunlarımız, keçilerimiz, sığırlarımız vardı. Hepsi arkamızda kaldı. Hiç
birini götüremedik. Dedem askerlerin eline düşmesin diye çevre köylere haber
salmıştı. Hayvanlarımızı onlara emanet etmek istiyordu. Ne yazık ki biz daha
köyü terk etmeden sözde geride bıraktıklarımıza sahip çıkacak çevre köylerin
bazı sakinleri gözlerimizin önünde evlerimizi talan etmeye başladılar.
Evlerimize hoyratça giriyorlar, her şeyi sağa sola dağıtıyorlar, işlerine
yarayan bir şeyler varsa hırsla alıp götürüyorlardı.
Hepsi öyle değildi tabi ki.
Peşimizden ağlayan, bize sarılıp gözyaşı dökenler de çoktu. Ama ne yazık ki
çapulcular da vardı.
Hiç unutmam, her hatırlayışımda
hüzünlendiğim bir sahne var. Dedemin altın renginde, sapsarı tüyleri olan, çok
büyük, güzel bir danası vardı. Boğa
olmaya adım atmış genç bir danaydı. O sıralar bir ayağı incinmişti.
Yürüyemiyordu. O yüzden onu kağnıya koşamadık. Arkamızda bıraktık. Çevre
köylerden gelenler de onu alıp götüremedikleri için oracıkta, yaşlı gözlerimizin
önünde yere yatırıp boğazladılar.
Gözleri büyümüş dananın acı dolu çığlıkları, yardım çağıran böğürtüleri
kulaklarımda hala çınlıyor.
Ben danamızı çok severdim. Onun o
hali küçük yüreğimi paramparça etmiş, beni sarsmıştı. Annemin lacivert
çarşafına tutunup hüngür hüngür ağlıyordum. Annem de ağlıyordu.
İşte böyle keder ve acı içinde,
evlerimizi, köyümüzü, hayvanlarımızı, bağ ve bahçelerimizi, her şeyimizi
arkamızda bırakarak sarp yollardan, bayırlardan sınıra doğru kaçmaya başladık.
Kafilemiz perişandı. Kadınlar sessizce ağlayıp matem tutuyor, erkekler
yakalanma korkusuyla çevreyi kolaçan ediyorlardı. Dedem ve birkaç yaşlı dışında
sadece bebekleri, çok küçük çocukları, bir de hasta olan üç dört kadını
kağnılara bindirmiştik.
Dedem bir beyaz atın üstündeydi.
Heybetle, sükûnet içinde, hiçbir şey olmamış gibi, dualar, Kur’an’dan ayetler
okuyarak, en önde ilerliyordu. Dedeminkinin dışında birkaç at daha vardı. Hepsi
de eşya yüklüydü. Kafilemizin etrafında nöbet tutan, elleri tüfekli köyün bir
grup genci bile yayaydı.
Sınıra varamadan karanlık
bastırdı. Önümüzü göremiyorduk. Ayaklarımız taşlara, kayalara çarpıyor,
ayakkabılarımız parçalanıyordu. Çoğumuzun ayakları kan revan içinde kalmıştı.
Hatırlıyorum, naylon ayakkabı içindeki ayaklarımın kanadığını hissediyor, acılar
içinde kıvranıyor, lakin yüreğimi dolduran korkunç korku yüzünden ağzımı açıp
anneme bir şey söyleyemiyordum.
Sonunda sınıra vardık.
Nusaybin’in uzağından geçmiş, Suriye sınırının sapa, dağlık bir yerine
ulaşmıştık. Ahmet Çavuşun geldiği saatten beri durup dinlenmemiş, bir lokma
yemek yeme imkânını bulamamıştık. Büyüklerimiz namazlarını seferi fıkhına göre
üst üste, aceleyle kılmışlardı. Açtık, yorgunduk, korkuyorduk, bir an önce
sınırı geçme arzusuyla doluyduk. Yakalanırsak başımıza nelerin geleceğini en
küçüğümüz bile biliyordu. Büyükler için ya ölüm ya da zindan… Kadınlar ve
çocuklar içinse askerlerin hoyrat itiş kakışları arasında, yük vagonlarının
içinde günler sürecek bir yolculuk sonrası yaban ellerde, yoksulluk içinde
geçecek bir zorunlu iskân.
Sınıra vardığımızda ortalığa
zifiri bir karanlık çökmüştü. Ay bile yoktu. Her taraf simsiyah bulutlarla
kaplıydı. Türkiye-Suriye sınırının bazı yerlerinde toprağa gömülü mayınlar
olduğu söyleniyordu. Ya mayınlara bassak… Nice olurdu halimiz? Kervan durmuş,
herkes dedeme bakıyordu. Hiç kimsede önümüzü aydınlatacak bir ışık da yoktu.
Karanlıkta dedemin tok sesi
yükseldi.
--- Herkes beni takip etsin!
Sonra karanlıkta bir hayaleti
andıran beyaz tüylü atını sınıra sürdü. Kervan sıraya dizildi. Onun peşi sara
hareket etti. Sonra birden müthiş bir şey oldu. Aradan yetmiş yıla yakın
geçmiş. Ben yetmiş sekiz yaşındayım bugün. Ama o anı hatırladığımda tüylerim
diken diken olur, adeta cezbeye tutulurum. Hala inanasım gelmez. Ancak bu çift
gözümle gördüm o anı. İstesem de inkâr edemem. Evet, müthiş bir şey oldu.
Birden dedemin atının iki kulağı birer ışıldak gibi yandı. Kervan ışığa
boğuldu. Herkes heyecan içinde ağlaşarak, bağrışarak tekbir getirmeye başladı.
Dedem sanki hiç bir şey olmamış
gibi, sakin bir şekilde yoluna devam etti. Sınırı geçinceye kadar atın
kulakları yolumuzu aydınlattı. Güvenli bir yere gelince yine birden söndüler. “
Ninem her anlatışında öyküsünün
sonunda gözyaşlarına boğulur, derin bir ah çeker, özlemle dedesini, vefat etmiş
anne babasını, büyüklerini anardı. Başını acıyla sağa sola sallayarak:
“ O günler çok zor günlerdi!”
derdi. “Çok çektik. Gerçi Suriye’de bize kucak açtılar. Ev bark verdiler. Ama
memleket gibisi olur mu? Göçmendik orada, sığıntı gibiydik. Kendimizi hep
yabancı gördük. Af çıkınca yurdumuza, köyümüze döndük. Tabi bazılarımız orada
kaldı. Oradan evlendiler, çoluk çocuğa karıştılar. Hala akrabalarımız var
orada, Amude’de, Kamuşlo’da…”
*Bu öyküyü sayısız defa ninemin
ağzından dinledim. O zamanlar sekiz yaşındaymış ninem. Bu acı olayı her bize
anlatışında kederlenir, “ Allah bir daha bu halka öyle günler göstermesin!”
derdi.