Yezid’in sarayı Rukaye’nin feryatlarıyla inliyordu. O kadar
acıklı, o kadar iç yakıcı, o kadar perişan ağlıyordu ki Rukaye, etrafındaki
herkesi bile ağlatıyordu. Günlerdir her taraf Rukaye’in feryatlarıyla dolup
taşıyordu. Lanetli Yezi’in sarayı bir matemgaha dönmüştü. Sarayda Rukaye’nin ağlayışından etkilenmeyen
bir tek kişi kalmamıştı.
Yezid bile günlerdir uyuyamıyordu. Rukaye’in
feryatlarını duymamak için başını yatağa gömüyor, pamukla kulağını tıkıyor ama
bir türlü vicdan azabından kurtulamıyordu.
Rukaye, imam Hüseyn’in küçük
kızıydı. Sekiz yaşlarında küçücük bir kız. Babasını aşk derecesinde seviyordu.
İmam Hüseyin gib bir baba sevilmez mi? İşte böyle bir baba, Rukaye’nin sevgili
babası onun gözleri önünde Kerbela’da vahşice katledilmişti. Rukaye’nin halası Zeynep, Rukaye babasının o
halini görmesin diye onun gözlerini bağlamıştı. Bir daha da gözlerini açmamıştı
Rukaye’nin… Rukaye’nin babasını o halde görürse dayanamayacağını bliyordu.
Zalim Emevi hanedanının Kralı
Yezid’in ordusu, Kerbela çölünde Peygamberin sevgili torunu İmam Huseyin’nin
yolunu kesmişti. Yezid’in ordusu İmam Hüseyin ve beraberindekilerden Yezid’e
tabi olmasını istemişti.
İmam Hüseyin bu teklifi
reddetmişti. Çünkü o Peygamberin torunuydu. Cennet gençlerinin efendisiydi.
Zalimlere ve zulme boyun eğmek asla ona yakışmazdı. Zaten zalimlerele savaşmak
için yurdunu, Medine’yi bırakıp yollara düşmüştü. Yezid’in ordusu İmam
Huseyin’e boyun eğdiremeyince onu ve Peygamberimizin diğer çocuklarını
Kerbela’da vahşice katletmişlerdi.
Bu öyle bir vahşetti ki tarih
durdukça unutulmayacak. Bu öyle bir acıydı ki dünya var oldukça Müminlerin
yüreklerini kanatacak, onları göz yaşlarına boğacak. On bin kişilik bir ordu,
çoğu kadın ve çocuk olan küçük bir kervana saldırmıştı. Kervandaki insanların
çoğu, kadın ve çocuklar dahil peygamberimizin torunlarıydılar.
Zalim ordu İmam Hüseyin ve
arkadaşlarını katletmişlerdi. Atlarıyla mübarek vücutlarını parçalamışlar,
kafalarını kesip mızraklara takmışlar, bedenlerini kızgın çölde öylece bırakmışlardı.
Kendilerine Müslüman diyen bu barbarlar, hepsi de Peygamberimizin torunları
olan kadın ve çocuklara saldırmışlar, çadırlarını yakmışlar, örtülerini
parçalamışlar, kulaklarını ve boğazlarını yırtarak ziynet eşyalarını almışlar.
Sonra da ellerini zincirlre vurarak köleler gibi aç ve susuz, kızgın güneşin
altında şehir şehir dolaştırmışlardı. Hem de şehitlerin kesik başları
mızrakların ucuna takılmış bir halde…
Yol boyunca Rukaye’nin gözlerini
kapatmıştı halası zeynep, babasının kesik başını mızrağın ucunda görmesin diye.
Haftalarca gözleri bağlı kalmıştı Rukaye’nin. Ta Şam’a, Yezid’in sarayına
kadar… Şam halkının tepkisinden korkan Yezid, onları kendi sarayıda esir
tutuyor, halkla konuşmalarına izin vermiyordu.
Rukaye’nin baba sevgisi dağ gibi
kabarmıştı. Babasının ayrılığına dayanamıyordu artık. Babasını görmek
istiyordu. Babası kesik bir baştan ibaret bile olsa… Sürekli ağlıyor ve hiçbir
teselli onun acısını dindiremiyordu. Gece-gündüz ağlıyor:
----- Nerdesin ey babacığım! Diye
feryat ediyordu.
Sonunda Yezid dayanamadı, ne
olursa olsun babasının kesik başını çocuğa göstermelerini emretti askerlerine.
Saray görevlileri zalim Yezid’in emrini yerine getirmek istemediler. Ama Yezid
öfkeyle bağırdı.
----- Bu çocuğun feryatlarına
tahammül edemiyorum artık! Babasının kesik başını gösterin ona!
Peygamberin sevgili torunu,
cennet gençlerinin efendisi İmam Hüsyin’in sandık içindeki kanlı, kesik başını
getirip küçük Rukaye’nin önüne koydular. İmam Hüseyin’in kesik başını gören
Ehl-i Beyt’in kadınları feryatlar içinde ağlamaya başladılar. Rukaye hiç
ağlamadı. Gözlerini babasının kesik başına dikti. Babasının kesik başı ışıklar içinde
gülümsüyordu ona. Onu yanına, cennete çağırıyordu. Bu çağrıyı canına nimet
bildi küçük Rukaye. Derin bir ah çekti. Babasının kesik başını kucakladı ve
öylece kaldı.
Küçük Rukaye’nin ruhu cennete, babası
Hüseyin ve dedesi Muhammed Mustafa’yla buluşmaya giderken arkasında onun ve
babasının mazlumiyetine hep ağlayacak olan bağrı yanık bir ümmet bıraktı.