Gülyabani kıllıklı,
görüntüleriyle insanı dehşete düşüren iki polis Ali’nin kollarından tutmuş onu
karanlık koridorda sürüklüyorlardı. Her taraftan insan çığlıkları yükseliyordu.
Korkunç, imdat isteyen çığlıklar… Karanlık koridor boyunca sıralanan paslı,
soğuk karolifer peteklerine ellerinden, ayaklarından kelepçeli çıplak insanlar
vardı. Birçoğu yarı baygındı. Vücutları yara bere içindeydi. Soğuktan tir tir
titreyen bedenlerini ısıtabilmek için büzülmüş bu mazlumlardan bazıları bıkıp
usanmadan dua ediyor; kuruyan, çatlayan dudaklarından Allah lafzı eksik
olmuyordu.
Kalplerindeki acımasızlık
yüzlerine yansımış, gaddar bakışlı polisler demir bir kapının önüne gelince
durdular. Demir kapıyı gıcırtıyla açtılar. Ali’yi boş bir çuval gibi içeri
doğru fırlattılar. Ali’nin vücudu tok bir ses çıkararak beton zeminde
yuvarlandı. Ama kendine gelmedi. Derin bir baygınlık hali yaşıyordu Ali.
Polislerden biri içeri girdi. Keskin uçlu ayakkabılarıyla Ali’ye birkaç tekme
attı. Dudaklarında pis bir sırıtmayla:
----- Hey öğrenci bozuntusu! Diye
bağırdı. Kendine gelsene be! Bu ne uyku? Babanın evinde misin?
Sonra Ali’nin üzerine eğildi.
Kaba ellerini genç adamın ağız kenarlarından gelmiş kan sızıntısıyla ıslanmış
siyah sakalları, çürük içindeki çıplak derisi üzerinde gezdirdi. Gözlerini kaldırdı.
Anlamsız, boş bakışlarla onu süzen arkadaşına çirkin bir küfür savurdu.
----- Ben sana bu süt kuzusunu
az ıslat dememiş miydim ulan!
Arkadaşı loş hücreyi zangır
zangır titreten bir kahkaha attı.
----- Çok da zayıfmış yavrucak!
Diye karşılık verdi. Ağız tadıyla bir işkence yapamadan bayıldı. Bütün dinciler
böyle dayanıksız çıkarlarsa yandık!
Ali’nin başındaki polis
homurdandı.
----- Seni domuz! Yaptığın
işkencelere bir fil bile dayanamaz. Neyse kendine gelir.
Polisler Ali’yi buz gibi beton
zeminin üstünde çırılçıplak bırakarak hücreden çıktılar. Demir kapı kapanınca
küçük hücre koyu bir karanlığa gömüldü.
Yirmi beş yaşlarında gösteren,
temiz yüzlü, seyrek siyah sakalları nurlu yüzüne daha da sempatik bir anlam
veren, narin yapılı bir üniversite öğrencisiydi Ali. Birkaç ay sonra mezun olup
edebiyat öğretmeni olacaktı. İki yıl önce dindarların arasına katılmıştı. Bu
iki yıl zarfında tam bir dava adamı olmuştu. Derslerinden arta kalan zamanını
ev sohbetleriyle, cami çalışmalarıyla geçiriyordu. Camide minik çocuklara
Kûr’an dersi vermek, Peygamberin siyerini, peygamber kıssalarını çocuklara
anlatıp onların temiz zihinlerini İslam’ın berrak suyuyla yıkamak Ali’yi sonsuz
bir mutluluğa gark ediyordu. Dindarlarla beraber olduğu için çok mutluydu.
Yine bir yaz akşamı camide
cemaatle yatsı namazını kıldıktan sonra etrafını muhabbetle sarmış çocuklara
peygamberin hayatından kesitler anlatırken polis baskınına uğramıştı. Onlarca
tim kirli ayakkabılarıyla caminin halıları üzerinde koşturarak, korkunç
haykırışlar eşliğinde, masum yavrucakların korkudan büyümüş gözleri önünde ona
silahlarını doğrultmuşlardı. Sanki karşılarında yüz adam öldürmüş azılı bir
katil vardı. Veya yıllardır aranan ama izine bir türlü rastlanamayan bir terör
örgütünün lideri… Halbuki birkaç ay sonra öğretmen olacak, ömründe eline silah
almamış, kendini toplumun aydınlanıp bilinçlenme, dinini tanıma davasına adamış
ve her gün düzenli olarak okuluna gidip gelen, yüreği iyilik dolu genç bir
öğrenciydi sadece…
Ali karanlık hücrede saatlerce
baygın kaldı. Bu saatler boyunca ne gelen vardı ne de giden. Ali karanlık,
küflü hücrede unutulup gitmişti. Ali’yi kendine getiren iliklerine kadar
işleyen dondurucu soğuktu. İşkence esnasında Ali’nin çıplak vücudunu buz gibi
tazyikli suyun altında tutmuşlardı. Sonra o ıslak, donmuş çıplak bedeni getirip
rutubetli betonun üstüne atmışlardı.
Ali kendine gelince ilk önce
nerede olduğunu bilemedi. Zifiri bir karanlığın içindeydi. Ve çıplaktı. Zihnini
toparlamaya çalışan genç adam hücreye atıldığını anladı. Bir üşüme hissi bütün
vücudunu sarmıştı. Donuyordu. Yanı başında bir battaniye olsaydı ne kadar hoş
olurdu. Bir battaniye için neler vermezdi ki… Açtı. Hem de ölesiye… Açlık üşüme
hissini daha da artırıyordu.
Ali’nin gözleri yavaş yavaş
karanlığa alıştı. İçine atıldığı hücreyi gözden geçirdi. Islak bir zemin,
kirli, isten kararmış çıplak duvarlar, böcek ağlarıyla dolu tavan kirişleri ve
tavanın ortasında aşağı sarkan kapkara bir ampul… Bir de demir bir ranza.
Pastan benek benek olmuş, ayak yerleri yumulmuş, mide bulandırıcı bir ranza…
Ali birden iki gün boyunca namaz
kılmadığını hatırladı. İşkence iki gün boyunca durmadan sürmüştü.
İşkencecilerden biri yorulunca öbürü devralıyordu. Ali bayılıp ayılıyordu.
İşkencelere dayanamayıp bayılınca üzerine soğuk su döküp onu tekrar
ayıltıyorlar, işkenceye kaldıkları yerden devam ediyorlardı. Bu zaman zarfında
Ali namaz kılmaya fırsat bulamamıştı.
İki gün boyunca namaz kılmadığı
düşüncesi Ali’nin tüm zihnini kapladı. Namazdan başka şeyi düşünemez oldu. Her
şeyi unuttu. Açlığını, üşüyen, ağrılar içinde sızlayan bedenini, çıplaklığını,
iki gün boyunca uğradığı hakaretleri, aşağılanmasını, esaretini unuttu. Gözleri
doldu. İki gündür Rabbine secdeye varmamıştı demek. Namaz kılmaya müthiş bir
iştiyak duydu. Namaz kılma arzusu ruhunu çepeçevre sardı. Ama nasıl? Çıplaktı.
Üzerine örteceği, vücuduna saracağı hiçbir şey yoktu. Bir kirli çaput bile…
Sonra su da yoktu. Neyle abdest alacaktı. Duvarlar ve zemin hep betondu.
Teyemmüm alacak toprak bile yoktu.
Ali hiç düşünmedi. Korkusuzca
kapıya yöneldi. Olacakları umursamadan bütün gücüyle demir kapıyı yumruklamaya,
----- Hey kimse yok mu? Diye
bağırmaya başladı.
Ancak boş hücrede yankılan
haykırışlarından, yumruklanan tiz kapı sesinden başka bir cevap alamadı. Hiç
kimse gelmiyordu. Ali yoruluncaya kadar kapıyı yumruklayıp bağırdı. Kimsenin
gelmeyeceğini anlayınca isli duvara yöneldi. Teyemmüm niyetini getirip
avuçlarını duvara vurdu. Öyle bir coşku ve heyecan içindeydi ki duvardan
avuçlarına sadece kara bir is bulaştığını göremedi. İsli avuçlarını yüzüne ve
kollarına sürdü. Sonra namaza durdu. Derin bir huşu içinde namaza daldı gitti.
Sanki Rabbiyle konuşuyordu. Daha ilk rekâtta yüzüne huzur dolu bir gülümseme
yayıldı. Gözleri mutlulukla parlıyordu. O kadar mutlu ve mesuttu ki…