Günümüzde tasavvuf akımlarının çoğu, tarikatların çoğu
ılımlı olduklarından ya da bazı eller yoluyla ılımlaştırıldıklarından insanlar,
genç nesiller tasavvufu, tasavvuf büyüklerini yanlış biliyor, yanlış
tanıyorlar. Tasavvuf büyüklerinin İslam milletlerinin sorunları, siyasi
talepleri karşısında duyarsız kaldıklarını, ümmetin dertleriyle
dertlenmediklerini sanıyorlar. Tasavvuf geleneğinin Müslümanları
pasifleştirdiği, emperyalist, sömürgeci, işgalci güçlerle mücadele konusunda
tasavvuf büyüklerinin olumsuz rol oynadığı algısına kapılıyorlar.
Evet, tasavvufun asıl görevi büyük cihattır, yani nefisle
cihat… Nefsin terbiye edilmesi, kalbin her türlü hastalıktan arındırılıp
insanın temiz bir gönülle rabbine yönelmesi, züht, takva, zikir, oruç,
nafileler tasavvufun, irfanın olmazsa olmazı, öncelikleridir. Güzel ahlak,
kemal yolunda yürüyüş, insan-ı kâmil olma arzusunda mesafe kat etmek, dünya
hırsı ve sevgisi tuzağı karşısında kalp ve nefsin teyakkuz halinde olması
tasavvufun ilgi alanında ön sırada yer almaktadır.
Lakin bütün bunlar gerçek bir mutasavvıfı cihat ve şehadet
yolundan, direniş hattından alıkoymaz. Gönlünü Allah’a kaptıran, gözü Allah’tan
başkasını görmeyen, dilinden Allah zikri düşmeyen, Allah sevdasından başka
sevdaya kör bir arif, zahit nasıl olur da Allah’ın bir buyruğunu dinleyip
öbürünü göz ardı eder. Allah’a âşık bir derviş Allah’ın kelamı hilafına hareket
eder mi?
Yüce Allah hâkimiyetin kayıtsız ve şartsız kendisine ait
olduğunu söyleyecek, mukaddes kitabında Müslümanları kâfir ve münafıklarla
savaşa teşvik edip malları ve canlarıyla cihat etmelerini emredecek, Müminlerin
mal ve canları karşılığında onlara cenneti vereceğini buyuracak ve Allah’a âşık
bir mutasavvıf bunu görmezden gelecek… Bu mümkün mü? Elbette değil!
Mutasavvıflar İslam tarihi boyunca zalim sultanlara, Moğol
ve Haçlılar gibi işgalci barbarlara direnen İslam ümmetini hiç yalnız
bırakmamışlar, vaaz ve telkinleriyle İslami mücadelede öncü rol oynamışlardır.
İmam Rabbani ve Muhyettin-i Arabi gibi gönül sultanları zindanlara girme
pahasına, sürgün ve hicreti göze alarak hakkı haykırmaktan, İslam’ı devlet
kılma sevdasından vazgeçmemişlerdir.
Ama biz günümüze, İslam topraklarının işgale uğradığı,
Müslüman halkların vahşice katledildiği, İslam dışı güç ve ideolojilere mahkûm
edildiği son iki asra bakalım. On dokuzuncu ve yirminci yüz yıla bakalım. Bu
son iki asır İslam ümmeti için musibet ve felaket çağlarıdır. Müslümanlar Moğol
ve Haçlılar zamanında bile tatmadıkları acıları tatmış, zilletin en büyüğüne
mahkûm olmuşlardır. İslam toprakları bir bir işgal edilmiş, Müslümanların
malları, canları, ırzları heder edilmiş, kahredici katliamlar yaşanmış, tağuti
rejimler, şeytani düzenler, Batı menşeli yönetimler İslam topraklarından
İslam’ın kökünü kazımaya çalışmışlardır.
Bu barbar saldırılar ve emperyal hedefli işgaller karşısında
İslam topraklarında direniş hareketleri yeşermiş, destanlar yazan kıyamlar
yaşanmış, onur ve izzetle dolu kahramanlıklar mukaddes kanlarla yazılmıştır.
Söz konusu İslami direniş ve kıyamlar büyük bir umutsuzluk ve yenilmişlik
psikolojisi içindeki Müslüman halklara ümit aşılamış, onların uyanış ve direniş
saflarında yer almalarına büyük katkı sağlamıştır. Bugün dünyanın çeşitli
ülkelerinde, İslam coğrafyasının değişik yerlerinde varlıklarını sürdüren
İslami hareketler, Mücahit oluşumlar, cemaatler varsa bu cemaat ve hareketler
son iki asırda yaşanan direniş ve kıyamlara çok şey borçludurlar.