481

 

 

              

Molla Ali, tavanı çam ağaçlarıyla kapatılmış, dört köşeli caminin yüksek damında ellerini kulaklarına götürdü. Başının etrafından omuzlarına doğru sarkan beyaz sarığı, bembeyaz sakalları serhat illerinin sonbaharlarında esen dondurucu, sert, çığırtkan rüzgarda sallanıyordu. Ezan sesi, sarp bir bayırın kenarında kurulmuş, etrafı derin vadilerle, yalçın dağlarla çevrili altmış hanelik bu serhat köyünden göklere dalga dalga yükseldi.

                ----- Allah’u Ekber! Allah’u Ekber!

                Üzerindeki kalın yünden hırkasına sarınarak aşağı inen Molla Ali öğlen namazını kıldırmak için caminin kapısına yöneldi. O esnada köylülerin büyük bir korkuyla evlerine doğru kaçıştıklarını gördü. Camiye gelenler de namaz kılmadan dışarı çıkmışlar, panik içinde evlerine koşuyorlardı. Molla Ali, koşanlardan birini kollarından tuttu. Şaşkınlık içinde:

                ----- Sofi Ahmet, hayırdır, bu panik de neyin nesi?

                Sofi Ahmet, yaşlı mollaya acıyarak baktı. Dudakları korkudan tir tir titreyerek, zor duyulan bir sesle:

                ----- Duymadın mı? Diye fısıldadı.

                ----- Neyi duymadım?

                ----- Askerler… Bir manga asker köyün aşağılarında saklanıyormuş. Çobanlar görmüş onları!

                Sofi Ahmet bunu der demez de kolunu Molla Ali’nin ellerinden kurtardı. Korku ve panik içinde oradan uzaklaştı.

                Molla Ali bir müddet ne yapacağını bilemeden durdu. Acı bir gülümseme bütün yüzüne yayılmıştı. Sonra birden toparlandı. Hızla camiden içeri daldı. Caminin raflarında ne kadar Kûr’an, elifba varsa toplayıp bir torbaya koydu. Başındaki sarığı da hemen çıkarıp torbaya koydu.

                ----- Bunları nereye saklasam acaba? Diye kendi kendine sordu.

                Zaman 1940’lı yıllardı. Milli Şef dönemiydi. Arapça ezan yasaktı. Kûr’an eğitimi yasaktı. Sarık yasaktı. Bütün bir ülkede yayılmış, kasabalarda bile kurulmuş istiklal mahkemeleri şapka takmayan, ezan okuyan, Kûr’an eğitimi alıp veren insanları, özellikle de âlimleri en ağır cezalara çarptırıyor, birçoğunu da idam ediyordu. Molla Ali, sarık ve Kûr’an-ı Kerim’lerle birlikte yakalanırsa zindana atılacağını biliyordu. Hatta belki öldürürlerdi de…

                Molla Ali, camide torbasındakileri saklayacak bir yer bulamayınca dışarı çıkmak istedi. Ama geç kalmıştı. Bıyıksız, ablak suratlı, genç bir onbaşının komutasındaki sekiz asker camiyi kuşatmışlardı bile. Molla Ali camiden çıkınca askerler onu kıskıvrak yakaladılar. Onbaşı, Molla Ali’nin elindeki bez torbayı sertçe çekti. Molla Ali vermek istemeyince torba yırtıldı. Mübarek Kûr’an’lar, elifbalar yerlere saçıldı. Molla Ali hemen yere çömeldi. Gözyaşları içinde Allah’ın kutsal kelamını içeren kitapları toplamaya çalıştı. Lakin onbaşı buna izin vermedi. Molla Ali’yi omzundan itip yere devirdi. Askerler Molla Ali’yi kelepçelediler. Başka hiçbir şey yapmadan köyü terk ettiler. Köye en az on saatlik mesafede olan kasabaya doğru yayan yola koyuldular. Elleri kelepçeli, yaşlı, hasta Molla Ali’yi önlerine katıp itekleye, tekmeleye götürerek…

                Köyden hiç kimse başını kapıdan, pencereden dışarı uzatıp; ‘’ Yaşlı mollamızı nereye götürüyorsunuz? Suçu ne?’’ deme cesareti gösterememişti. Herkes evlerine kapanmış, kapı ve pencerelerini sıkı sıkı kapatmış, askerlerin gitmesini bir ölüm sessizliği içinde beklemişti. Zavallı halkı o kadar korkutmuş, ezmiş, sindirmişlerdi ki, asker ismini duyunca dehşet içinde kaçıp evlerine kapanmışlardı.

                Molla Ali ile askerler kasabaya sabaha karşı vardılar. Hırpalanmaktan, yere düşüp kayalara, taşlara çarpmaktan Molla Ali’nin her tarafı yara bere içinde kalmış, elbiseleri yırtılmış, saçı-sakalı birbirine girmişti. Çelik kelepçelerin sıktığı elleri mosmordu. Ayakları kanıyordu. Ayakkabıları parçalanmış, vıcık vıcık kandan görünmez olmuştu. Bütün bunlar yetmiyormuş gibi gece boyunca soğukla mücadele etmişti Molla Ali. Kasabaya vardıklarında donmak üzereydi.

                Molla Ali’yi yargılamak için sabahı beklemediler. Güneş doğmadan ondan kurtulmak istiyorlardı. Eski bir okulu mahkeme salonuna çeviren hakîm Servet Bey, gece boyunca içtiği içkinin sersemliğiyle Molla Ali’yi yargılamaya başladı. Molla Ali’yi bir tahta sıraya oturtup iki tarafına dikilen askerlere çirkin bakışlar fırlatan Servet Bey, homurtular içinde sordu:

                ----- Bu yobazı nerden buldunuz? Onu getirmenin sırası mıydı şimdi? Söyleyin suçu ne?

                ----- Onu Arapça kitaplarla yakaladık efendim, dedi onbaşı yılışık bir sırıtışla. Ayrıca sarık da giyiyordu. Sadece bu değil. Biz köye girerken caminin damında Arapça ezan okuduğunu gördük.

                Hakîm, yerinden kalktı. Artık kendini toparlamış, sakin, inancına kendini fedaya hazır, dudakları dualarla kıpır kıpır olan Molla Ali’nin etrafında dolaştı. Küstah, kibir dolu bir gülümsemeyle başını salladı. Sonra;

                ----- Vay, vay, vay! Diye konuştu. Ne kadar devrim kanunu varsa hepsini çiğnemiş desene! Kime güveniyorsun lan sen? Arkanda hangi teşkilat var? Sen resmen devlete, genç cumhuriyetimize savaş açmışsın! Bu irticai faaliyetlerinin seni ölüme götüreceğini bilmiyor muydun?

                ----- Ben bir İslam âlimi olarak sadece dinimin gereklerini yerine getiriyorum! Dedi Molla Ali, tok ve sakin bir sesle, bütün tavırlarıyla bir onur ve izzet abidesi kesilerek. Bana iftira ediyorsunuz! Ben asi veya yobaz değilim! Asıl yobaz ve suçlu sizsiniz! Namaz kılmaktan, ezan okumaktan, Kûr’an’ı sevmekten başka hiçbir şey yapmayan yaşlı bir din adamına reva gördüğünüz bu rezil muameleden ötürü asıl yobaz ve suçlu sizsiniz!

                Hakîm Servet Bey kahkahalarla gülmeye başladı. Sarhoştu. Uykusu da geliyordu. Onu göreve getiren büyükleri ondan dincileri yargılamasını istemiyorlardı. Karşısına getirilen dincileri küçük bahanelerle zindana veya mezara göndermekti görevi. Molla Ali gibi nicelerini ipe göndermişti. Bu ülkenin yobazlardan temizlenmesi lazımdı. Yoksa yüksek uygarlığı nasıl yakalayacaklardı.

                Hakîm Servet Bey:

                ----- Götürün suçluyu! Diye emretti. Genç cumhuriyete kafa tuttuğu için asın onu! Diğer gericilere ders olsun! Uykum geliyor, onunla uğraşacak zamanım yok.

                Mahkeme bahçesinde hemen bir idam sehpası kuruldu. Molla Ali, idam sehpasını görünce birden gülümsedi. Yüzü bir ay parçası gibi aydınlandı. Boynuna ilmiği geçirip onu sallandırdıkları zaman hala gülümsüyordu. Tatlı tatlı gülümsüyordu. Can kuşu yücelere kanatlanıp sevdikleriyle buluşmaya giderken de yüzündeki gülümseme silinmemişti. Gönülleri mest eden gülümseme yüzünde öylece duruyordu.

 

 

 

 

 

Ryan Reynold

0 yorum

FİKRİNİZİ BELİRTİN

Zorunlu alanları doldurunuz *