Türkiye’de zengin ile fakir arasındaki makas her geçen gün
biraz daha açılıyor. Arada artık bir uçurum var. Paranın, pulun makamın,
mevkiin geçer akçe haline geldiği memlekette elbette işler yolunda gitmez.
Çünkü adalet terazisinin dengesi bozulmuş, haklı olmanın yerini artık güçlü
olmak almıştır. Türkiye’de en yüksek gelire sahip %20’lik grubun toplam
gelirden aldığı pay, %50’ye yakındır. En düşük gelire sahip %20’lik kesim ise
toplam gelirin ancak %6’sını alabilmektedir. Zengin ile fakir arasındaki bu
uçurum, geçen son yirmi yılda kapanacağına daha da açıldı.
Bu durum dünya genelinde elbette daha kötüdür. Dünyanın en
zengin %1’lik kesimin sahip olduğu servet, geriye kalan insanların servetinden
iki kat daha fazladır. Dünyanın en zengin 25 kişisinin serveti, yine dünyanın
en yoksul 4 milyar insanının servetine eşittir. Yine istatistiklere göre
dünyanın en zenginlerinin sermayeleri her yıl %12 oranında artarken en
yoksulların ise %11 oranında azalmaktadır. Bu durum, küresel istikbarın
aynı oranda büyüdüğünü, ekonomik kaynakları ele geçirdiğini ve imparatorluğunu
yoksul ve güçsüz çoğunlukların alın terlerinin üzerine kurduğunu
göstermektedir.
Dünyanın yeni konsepti sermayedir. Bütün âleme sermaye
üzerinden nizam veriyorlar. Dünyada yaşanan bu durum tuhaf değildir. Tuhaf olan
Türkiye’deki süreç oldu aslında. Herkes gidişatın dünyanın tersine; adalet
tarafına, fakir, fukara, yoksul ve güçsüzler lehine yürüyeceğini bekliyordu.
Ama öyle olmadı. Türkiye de dünyanın yeni konseptine adapte oldu. Servetin az
sayıdaki elde yoğunlaşması değil sadece bizim kast ettiğimiz. Yasama, yürütme,
yargı, bürokrasi, akademik kurumlar, basın ve medya ile aklınıza gelebilecek
diğer bütün kulvarlarda şartlar ve dengeler, sermayeyi elinde bulunduran az
sayıdaki topluluk lehine değişiverdi. Zengin, parada daha zengin olduğu gibi
güç, dokunulmazlık ve hükmetme anlamında da hâkimiyeti eline aldı.
Bir insan Türkiye’de kendi emeği, istidadı ve vatandaşlıktan
doğan doğal hakkı ile bugün bir yere gelemiyor maalesef. Gücün, yetkin,
bürokraside arkanı kollayanların olmasa hiçbir şey olamıyorsun. Yıllarca okumuş
olman, üniversitelerde topuk aşındırman, KPS sınavlarında en iyi dereceleri
yapman dahi mülakatları geçmen için yeterli olmuyor. İlla bir referansın,
komisyonlardaki yetkililerin kulağına fısıldayan bir dayın olmalıdır. Emin olun
bugün vatandaş olarak MHRS’den randevu bile alamıyorsunuz.
Referansın veya arkanı kollayanın varsa eğer, elinde hiç
paran olmasa dahi bir bakıyorsun ki şirket sahibi olmuşsun. Holding olmuşsun.
Devlet referansı ile dışarıdan milyarlarca dolar kredi almış, devlet
kurumlarının en önemli işlerinin ihalesini almışsın. Dolar yükseldiğinde gemiyi
mi batırdın. O dahi dert değil. Nasıl olsa devlet bankalarının kefaleti
arkandadır. Borcunu öder, bir şekilde fakir ve fukaranın katığından kesip bir
daha yerine koyarlar. Her yerde aynı kesim var maalesef. Medya kuruluşlarına
reklam adına aktarılan büyük büyük paralar yine aynı kesimlere gider. Bu
kesimden olmayanlar, olanlardan çok daha keyfiyet ve kabiliyet sahibi olsalar
ne yazar. Zırnık bile alamazlar.
Gelir ve vergi dağılımı sisteminde adaletten, kamu
kurumlarında ise liyakat ve ehliyetten uzaklaştıkça sermayede belli bir cenahta
yığılma kaçınılmaz oluyor. Bugün insanlığın, hukukun ve değerlerin gücünden
ziyade paranın gücünün daha etkili olduğu bir süreç yaşanıyor. Bu durum,
zengini daha zengin, fakiri de elbette daha fakir hale getiriyor. Bu da
gayretullaha dokunacak büyüklükte bir hak gaspıdır maalesef.
Evet, nerden geldik bu konulara? Dünyanın yeni konseptinin
sermaye olduğundan başlamış ve buralara gelmiştik. Türkiye de bu konsepte hiç
direnmeden dâhil oldu. Böyle olunca iç ve dış politikalar da buna göre
şekillenir oldu. Türkiye bu konseptten çıkabilecek mi? Bunu zaman
gösterecektir.
0 yorum