Ulaşım ve iletişim konforuna olan düşkünlük ve artık
neredeyse kullanımı mecburi hale getirilen popüler kültürün araçları
karşısında, Müslüman halkların ciddi bir direniş hattı kurmadığını ve süratle küreselcilerin
sömürü ağına düştüğünü görmek çok üzücü.
Hayırda yarışmakla emredildiğimiz için, yaşamın
hızlanan temposuna eyvallah demişiz, yalnız, yavaşlamamız gereken yerden
sonrası için ne yapıyoruz?
Sanal olanı da dahil, sosyal hayat, elbette ki, yolcularından
baş döndürücü bir performans istiyor. Fakat sükunetle bilenmeyen bir bünyenin,
bu keşmekeş içinde körelmesi halinde şehirler ve içindeki evlerin en yücesi
bile kırılmamış putların konağı haline geliyor.
Ayakkabısını çıkardığında dinlenmeyi aklına koyan
insan, sorumluluğunun asla bitmediğini, aksine güzergah ve alan değiştirdiğini
unutunca, bilemeyi de yanlış anlıyor. Kesen tarafı değil, tuttuğu tarafı
bileyenin ya da bıçağı değil de kurbanını bileyenin trajedisi ailelerin
huzuruna hazan gibi çöküyor.
Her insanın içinde, düşleri olan, genlerinden kalan,
görüp duyduklarından, uyarıldıklarından, bağlandıklarından ve inandıklarından
kurulu ayrı bir dünyasının bulunduğunu bilen akılların, dolunay gibi uyduları
vardır da o kamer değil midir med cezirle dalga dalga kıyılara abanan? İşte o
kıyılar da dalgalar da biziz, hepimiziz.
Sabah akşam kendi hanesini sonra oğlunun yahut
kızının yuvasını sallayıp dururken, sağlamlığını test ettiğini sanan bir avare
amele, düşüp kırılacak hassas emanetleri unutabilir de onu, “güven bunalımı”
denilen karanlık kuyudan nasıl çıkarırız? diye soracak olanlar agâh mı?
Noksanları her tamamladığında daha da aciz hale
gelen, zayıflayan, çocuklaşan ve basitleşen bir çamuru pişirmenin de o nispette
zorlaştığı malumken, ateşi harlamaktan başka çare var mı?
Karşıdakinin hakkı ve sabrı bizden iyi bilmesi,
bunları kendisine tavsiye etmekten bizi nasıl ki alıkoymuyorsa, şeytan onun sol
tarafından üflediğinde sağ yanında, altından fısıldadığında üst tarafında durup
işin doğrusunu, hikmetini, adil ve hakkaniyetli olanını söylemek
mecburiyetindeyiz.
Yoksa okumuşların, dinlemişlerin ve biraz öne
çıkmışların da nefsi, eşi yahut çocuğu yüzünden zayıflayan ışığı sönünce biz de
karanlıkta kalacağız.
Bizde güzel bir söz vardır; “Kork, Allah’tan
korkmayandan” diye.
Zaten nizam ihlali yapanlara klasizm(kuralcılık)
fayda verseydi herkesi, “Allah korkusu” testinden yeterlilik belgesini
tazelemek zorunda olduğu bir analiz laboratuvarına göndermek gibi standartlar
getirilsin derdik.
Sonunda aynı yere geliyoruz: Peygamber
Efendimiz(sav)’in eşlerine muamelesindeki detaylara dahi vakıf olduğu halde, üç
beş notalık şu fani hikayesini bir türlü akort edemeyenleri detone hallerine
bırakmamak.
Nefs-i emmaremizin kutusunda, marka bir adam, asla
kabul etmediği kendi kusurlarının aynasında hatasız bir eş görmek istiyor.
Kızın annesi, kaygılarını abartıp, kuruntu kuruntu
döşediği senaryolarla çocuğunun yuvası için drama piyesi çeviriyor.
Siz, biz, onlar aynı iman binasının tuğlalarıyız.
“Size ne bizden” kıvamındaki keyfiliğinizin hepimizi hırpaladığını idrak
etmekte zorlandığınızda da, birkaç damla gözyaşı düşmüyorsa dua avucunuza;
duacılarınız, davacılarınız olur, arifsiniz değil mi?
O’ndan başka hiç kimsenin güç yetiremeyeceği şu
kalplerin sahibine, her şeyin itiraf edileceği bir halvete, yok mu
diyeceksiniz?
Alemlerin Sultanı (sav) şöyle buyurdu: “Kalp
Rahman'ın (kudret) parmaklarından ikisi arasındadır. Onu dilediği gibi evirip
çevirir.” (Müslim, Kader 3)
Ve ekledi: “Ey kalpleri bir halden bir hale
çeviren Rabbim! Benim kalbimi de dinin üzere sabit kıl.” (Tirmizi, Kader,
7)
Velhasıl, arzuhalimiz her daim Sana.. Çoluk çocuk,
anne baba, damat, gelin.. Sana emanetiz..
0 yorum