488


 

                Ev, derin bir sessizliğe gömülmüştü. Sonbahardı. Kara kara bulutlar dolaşıyordu gökyüzünde; ıslak, yağmur yüklü bulutlar… Ürkütücü bir loşluğun kapladığı odalarda hiç kimse yoktu. Ev sakinleri bir ay önce toprağa verdikleri oğullarının mezarını ziyarete gitmişlerdi.

                Bu ev bir aydır mateme bürünmüştü. Bir aydır bu evde yemek pişmiyordu. Özellikle kadınların, kızların ağlayışları, hüzünleri bir türlü dinmiyordu.

                Sessizliğe gömülmüş loş, karanlık odalarda belli belirsiz, mırıltı halinde bir Kûr’an sesi yankılanıyordu. Karalara bürünmüş evin genç kızı bir köşede diz çökmüş, ağlayarak Kûr’an okuyordu. Genç kız ev halkıyla birlikte mezarlığa gitmemiş, evde kalıp Kûr’an okumayı tercih etmişti.

                Kaybettiği ağabeyini çok seviyordu genç kız. Onun yokluğuna, ayrılığına dayanamıyordu. Bir aydır fırsat buldukça tenhalara çekiliyor, gözyaşları içinde Allah’ın kelamına sığınıyordu. Teselliyi onda buluyordu.

                Ağabeyi onlar için her şeydi. Evin neşe kaynağıydı. Güzel ahlakı, tatlı dili, ışık saçan güleç yüzü ile oturduğu her yerde kendisiyle beraber bir mutluluk rüzgârı estirirdi. Silvan ilçesinde onu sevmeyen, saygıyla ondan bahsetmeyen bir Allah’ın kulu yoktu. Ev sakinlerinin İslam’la tanışması da ağabeyinin sayesinde olmuştu. Kendisi daha önceleri Allah’ı bilmeyen, sıradan bir kızdı. Ağabeyinin telkinleriyle Allah’ı tanımış, aziz İslam’a kucak açmıştı.

                Genç kız bütün bunları düşününce daha çok üzüldü. Gözyaşlarına boğuldu. Kûr’an’ı daha bir içten, daha bir yanık okumaya başladı.

                ----- Ağabey! Diye mırıldandı kendi kendine. Bu kadar erken ne diye gittin? Sana doyamadan, seninle Allah’ı daha yeni bulmuşken… Şimdi kim bana öğretmenlik yapacak, kim bana gece yarılarına kadar İslam’ı, Allah’ı anlatacak? Biliyorum… Senin yerin çok güzel! Binlerce, on binlerce şehidin kanlarıyla sulanmış; yüzlerce, binlerce âlim, veli yetiştirmiş; asırlarca Kûr’an medeniyetine beşiklik yapmış cennet yurdumuzu, sevgili vatanımızı Batılı kâfirlerin pis ideolojilerine peşkeş çekmek isteyen laik ırkçılar sana tahammül edemediler. Sana haince pusu kurup kanını döktüler! Biliyorum… İlk damla kanın dökülür dökülmez cennetteki yerini gördün ve hemen uçup oraya gittin. Sana gıpta ediyorum! Ama yine de sensiz yapamıyorum… Keşke biraz daha kalsaydın!

                Genç kız bir taraftan gözyaşları içinde Kûr’an okur, diğer taraftan da derin düşüncelere dalmışken dış kapıdan kendisine doğru gelen hafif ayak sesleriyle irkildi. Ürpererek gözlerini sesin geldiği tarafa dikti. Dış kapı içerden kilitliydi. Ayrıca kapının açılma sesini de duymamıştı. Kim olabilirdi acaba?

                Genç kız bütün dikkatiyle yaklaşan ayak seslerine kulak kabarttı. Ağabeyinin yürüyüşüne ne kadar da çok benziyordu. Birden yüzü sapsarı kesildi. Korkuyla açık Kûr’an’ı göğsüne bastırdı. Allah’a sığındı. Loş, yarı karanlığa bürünmüş, derin bir sessizlik içindeki odasına göz gezdirdi. Sonra buruk bir tebessüm yayıldı yüzüne. Güldü. Ağabeyinin ne işi vardı burada. Şu an nazik bedeni toprağın altında upuzun yatıyordu. Ruhu ise cennet-i âlâda idi. Lakin kalbine söz geçiremiyordu. Bütün duyguları ayaklanmıştı. Gittikçe ona yaklaşan ayak seslerinin olağanüstü bir olayın habercisi olabileceğini hissediyordu.

                Karmaşık duygular içinde bocalayan genç kız korkuyla gözlerini kapattı. Ayak sesleri kesilmişti. Kimse oda kapısını açmamıştı. Ayak seslerini duyması bir yanılgı mıydı acaba? Ona mı öyle gelmişti. Genç kızın ürpertisi giderek artıyordu. Sanki odada birileri vardı.

                Genç kız ne olacaksa olsun diye düşünüp birden gözlerini açtı. Gözlerini açmasıyla donup kalması bir oldu. Tam karşısında ağabeyi duruyordu. Gülümseyerek ona bakıyordu. O kadar tatlı, o kadar sevecen bakıyordu ki… Yüzü, bedeni adeta bir nur denizi içinde yüzüyordu. Vücudundan etrafa yayılan ışık odayı aydınlatmıştı. Konuşmuyordu. Sadece gülümseyerek kız kardeşine bakıyordu. Konuşmasına gerek de yoktu. Gülümseyen bakışları o kadar çok şey anlatıyordu ki…

                Genç kız bir vecd hali yaşıyordu. Coşku içindeydi. Gördüğü şeyin rüya mı, gerçek mi olduğunu bilmiyordu. Ama bu anın hiç bitmemesini, hep böyle devam etmesini istiyordu. Mutluluk, sevinç, coşku, heyecan bütün ruhunu sarmıştı. Hiç bu kadar mutlu ve huzurlu olduğunu hatırlamıyordu.

                İki kardeşin bu karşılıklı bakışması ne kadar sürdü bilinmez. Genç kız zaman kavramını yitirmişti. Sanki var olalı beri hep böyleydi. Neden sonra gayri ihtiyari dudaklarından şu sözler döküldü genç kızın:

                ----- Sen gerçeksin değil mi ağabey? Rüya görmüyorum değil mi?

                Ağabeyi hiç konuşmadı. Gülümseyerek ona doğru yürüdü. Göğsüne bastırdığı Kûr’an’ı yavaşça aldı. Odada küçük bir masa vardı. Oraya doğru yöneldi. Masada bulunan kalemi aldı. Kûr’an’nın baş sayfasını açtı. Adını soyadını yazdı. O günün tarihini attı. Sonra da imzaladı.

                Derin bir heyecan içindeki genç kız etrafının giderek karardığını hissetti. Sonra birden düşüp bayıldı.

                Ayıldığı zaman hemen Kûr’an’a koştu. Ağabeyinin el yazısıyla yazdığı, o günün tarihini atıp imzaladığı yazı Kûr’an’ın baş sayfasında olduğu gibi duruyordu.

 

               

 

Ryan Reynold

0 yorum

FİKRİNİZİ BELİRTİN

Zorunlu alanları doldurunuz *