482


                Merhume ninem her o olayı anlatışında gözleri buğulanır, sesini bir titreme alır, derin düşüncelere dalar, bakışlarını uzaklara dikerdi.  Ninemin bize anlattığı en kıymetli anısıydı o olay. Çok duygusal, hüzünlü bir anlatışı vardı. Sanki o günleri tekrar yaşıyor gibiydi.

                Klasikleşmiş bir cümleyle başlardı sözlerine ninem; “ Ben o zamanlar küçük bir kızdım, sekiz dokuz yaşlarındaydım. Mardin’den gelen askeri ilk görenlerden biri de bendim.  Şafak vaktiydi. Erkenden uyanmış, dış kapının önünde biraz sonra doğacak güneşin kendinden önce gökyüzüne serpiştirdiği kızıllığı izliyordum.”

                Sonra ninem derin bir nefes alır, kendisini pür dikkat, büyük bir heyecanla dinleyen bizlere hüzünlü bir gülümsemeyle bakar:

                “ Şeyh Said Hazretlerinin kıyamının üzerinden iki veya üç sene geçmişti,” diye olayı anlatırdı. “ Dediğim gibi o sabah erkenden uyanmış, bahçemizin tahta kapısının önünde sessizce oturuyordum. Hava aydınlıktı ama güneş daha doğmamıştı. Ufkun doğu tarafında gittikçe yayılan kızıllığa dalmıştım. Köyümüzde yaz ayları güneşin doğuşu çok güzel olur. Çoğu dağ köyünde olduğu gibi köyümüzde de güneş dağların arkasında sallana sallana yükselir, sonra birden ihtişamla dünyaya göz kırpardı. Çok severdim o anı.

Yine o gün güneşin doğuşuna dalmışken birden kan ter içinde kalmış bir atlının tozlu yoldan köyümüze doğru atını çatlatırcasına sürdüğünü gördüm. Adamın yüzü gözü ter içinde kalmıştı. Üzerinde asker elbisesi vardı. Yorgunluktan atının üzerinden düşecekmiş gibi duruyordu.

Askeri görünce korkuyla ayağa fırladım. Arkama bakmadan dış kapının önünden içeriye, bahçeye doğru koştum. Oradan da kalbim yerinden fırlayacakmış gibi güm güm atarak sundurma merdivenlerini tırmandım. Bir taraftan da:

--- Baba! Baba! Diye bağırıyordum.

Babam eşikte beni karşıladı. Siyah sakalları ıslaktı. Belli ki Duha namazına hazırlık için yeni abdest almıştı. Kolları da sıvalıydı. Dizlerinin altına kadar gelen, geniş, beyaz mintanını dirseklerine kadar katlamıştı. Sakin bir tavırla beni tuttu. Yana kayan eşarbımı tutarak:

--- Ne oldu Bese, ne oldu kızım? Diye sordu.

Korkudan dilim tutulmuştu. Kekeleyerek:

--- AS, asker! Diyebildim. Buraya doğru geliyor.

Babam da ürkmüştü. Çok cesur ve soğukkanlı olmasına rağmen o da asker sözünden kaygılanmıştı. Asker lafını duyup da korkmayan mı vardı o sıralar. Askerlerin Şeyh Said Kıyamından sonra özellikle köylerde işlediği katliamlar, cinayetler herkesi dehşete düşürüyordu. Her gün bu tür haberlerle çalkalanıyordu küçük köyümüz. Köylere baskın yapan askerlerin işledikleri korkunç cinayetler, kadın ve çocuklara dahi acımamaları, önlerine geleni kurşuna dizmeleri, evleri ateşe vermeleri, cami ve ahırları doldurdukları köylülerle birlikte yakmaları ve daha neler neler… En çok da dağ köylerinde işleniyordu bu vahşetler. Şeyh Said’in ölümden kurtulan arkadaşlarının bu köylerde kaldıklarını iddia ediyorlar, terör estirerek köylüleri, tehcire, göçe zorluyorlardı.

Babam daha ağzını açmamıştı ki tahta avlu kapımız şiddetle çalınmaya başladı. Bir taraftan da gür, yorgun bir ses:

--- Şeyh Ömer! Diye sesleniyordu. Şeyh Ömer!

Babam sesi tanımıştı. Şaşkınca etrafına bakınarak:

--- Bu Ahmet Çavuşun sesi! Dedi.

Ahmet Çavuş, köyümüzden yirmi kilometre kadar uzakta bulunan Mardin’de kalıyordu. Orta yaşlı bir adamdı. Bir ara kızı hastalanmış, doktorların aciz kalması üzerine köyümüze, dedem Şeyh Ömer’in yanına getirmişti onu. Dedem, Allah’ın izniyle onun iyileşmesine vesile olmuştu. Psikolojik bir sorunu vardı kızının. O zamanlar biz bu tür hastalıklara cin çarpmış diyorduk. Çevre köylerden, hatta şehirlerden bu tür hastaları dedemin yanına getiriyorlar, dedem onların iyileşmelerine vesile oluyordu.

Kızının iyileşmesinden sonra Ahmet Çavuş ara sıra gizlice köyümüze gelir, dedeme hediyeler getirirdi. Kapımızı şiddetle çalan oydu.

Babam büyük bir endişe içinde sundurmanın merdivenlerini ikişer üçer atlayarak indi. Koşar adımlarla gidip kapıyı açtı. Ahmet Çavuş karşısında perişan bir halde duruyordu. Donmuş gibi bir hali vardı. Babamı görür görmez:

--- Seyyid Tahir! Dedi kahrolmuş bir sesle. Seyyid Tahir, felaket! Felaket!

Babam, Ahmet Çavuşun omuzlarından tutarak sarstı.

--- Kendine gel Allah aşkına! Ne oldu, söylesene? Ne oldu?

Ahmet Çavuş ha bire:

--- Felaket! Felaket! Diye sayıklıyordu.

Sonra gözleri açık kapıdan görünen sundurma merdivenlerine ilişti. Birden kendini kaybetti. İleri atılarak:

--- Şeyh Babaya haber vermeliyim! Diye haykırdı. Vakit yok, hiç vakit yok!

Dedem Şeyh Ömer de gürültüyü duymuş, üzerindeki sabahlığıyla eşiğe çıkmıştı. Çavuş, dedemi görünce ellerine atıldı.

--- Şeyhim hemen kaçın! Hiç vakit yok.

Dedem büyük bir âlimdi. Bilgisi ve takvasıyla meşhurdu. Köyümüzün reisi sayılırdı. Sadece köyümüzde değil, çevre köylerde de saygın biri olarak değer görürdü. Yetmiş yaşlarındaydı. Her zaman üzerinde beyaz bir fistan bulunurdu. Başından aşağıya doğru sarkıttığı sarığı, gür beyaz sakalıyla heybetli bir görünüme bürünürdü. En zor zamanlarda bile sabırlı, soğukkanlı olmayı elden bırakmazdı. Allah’a güveni tamdı.

Dedem, çavuşun davranışı karşısında her zaman olduğu gibi paniğe kapılmadan meseleyi öğrenmek istedi. Sakin, ciddi bir sesle:

--- Hele bir sakinleş, dinlen, kendine gel Ahmet Çavuş! Dedi. Seni bu kadar perişan eden nedir?

Ahmet Çavuş çaresizlik içinde ağladı.

--- Şeyhim, dinlenecek zaman değil! Hemen kaçmanız lazım!

Dedem Şeyh Ömer büyük bir musibetin gelmekte olduğunu hissetti. Allah’a tevekkül ederek sordu.

--- De hele ne oldu?

Ahmet Çavuş yıkılırcasına yere çömeldi. Birkaç defa derin derin nefes alıp verdi. Kendisine ikram edilen sudan biraz içti. Az bir şey toparlanınca felaketi haber verdi.

--- Şeyhim ferman!

--- Ne fermanı?

--- Ankara’dan emir geldi. Şeyh ve seyyidlere yönelik ferman çıktı. Siz seyyid olduğunuz için sizin hakkınızda da karar çıktı. Bu köye baskın yapacaklar. Erkekleri tutuklayıp kadın ve çocukları da Batı illerine sürgün edecekler.

Ahmet Çavuş yine heyecanlandı. Yalvaran bir sesle inledi.

--- Hemen kaçın şeyhim! Ben gizlice geldim. Mardin’den buraya atımı çatlatırcasına koşturdum. Her an gelebilirler.

Dedemin yüzü sapsarı kesildi. Dudakları titredi. Sonra kalın, beyaz kaşları çatıldı. Öfkeyle:

--- Zalimler! Diye haykırdı. Hiç kimseye acımazlar!

Birden sakinleşti. Paniğin, korkunun sırası değildi. Omuzundaki sorumluluk ağırdı. Askerler gelemden önce gitmeliydiler.

Dedem bir müddet düşündü. Sakallarını avuçlayarak yavaş yavaş odada dolaştı. Korkulu bakışlarla onun vereceği kararı bekleyen ev halkına sakince baktı. Gözü bana takıldı. Korkudan bir yaprak gibi tir tir titrediğimi görünce gülümsedi. Hala unutamadığım yumuşak bir gülümsemeyle:

--- Bese! Dedi bana. Güzel kızım, sen Evlad-ı Resulsün! Peygamber soyunun çocuklarına düşmandan korkmak yakışır mı?

Sonra Ahmet Çavuşa döndü.

--- Bizi bilgilendirdiğin için Allah razı olsun! Dedi. İnşallah bunun mükâfatını Allah katında görürsün. Sen hemen dön! Buraya geldiğini bilmesinler. Yoksa başın belaya girer. Allah, kendisine dayananları yalnız bırakmaz. Biz O’na dayandık, güvendik. O ne güzel dost, ne güzel vekildir!

Ahmet Çavuş içi kan ağlayarak, istemeye istemeye terden sırılsıklam olmuş, sağrısından dumanlar yükselen atına atlayıp gitti.

Çavuş gittikten sonra babam endişeyle dedeme döndü. Saygılı bir ifadeyle:

--- Ne düşünüyorsun efendim? Dedi.

Dedem çoktan kararını vermişti.

--- Hemen köyü terk edip hicret etmekten başka çare yok. Göç yolu göründü oğul!

Babam merak ve endişeyle, şaşkınca sordu:

--- Nereye şeyhim!

Dedem hiç tereddüt etmeden:

--- Nereye olabilir oğlum Tahir! Dedi. Suriye’den başka yer mi var?

Bu karar babamın da aklına yatmıştı.

--- Haklısınız, diye mırıldandı. Bize en yakın sınır Suriye… Ayrıca orada akrabalarımız, dostlarımız, tanıdıklarımız var.

--- Sınırı geçip Suriye Kürdistan’ına, Amude’ye, dostlarımızın yanına gideceğiz.

Kısa bir süre içinde bütün köy ayaklanmıştı. Zaman çok dardı. Hemen harekete geçmemiz gerekiyordu. İnsanlar şoktaydılar. Kadınlar, çocuklar, bebekler ağlaşıyorlar, erkekler şaşkın şakın koşturuyorlardı. Korku yürekleri doldurmuş, her an baskına uğrama endişesi kadınları canlandırmıştı.

Birkaç at ile kağnılara koşacağımız birkaç güçlü dananın dışında hiçbir şeyi götürecek durumda değildik. Acil eşyalarımızı, bazı giyecek ve yiyeceğimizi kağnılara yükleyip köyün dışında toplandık. O kadar acele etmiştik ki hazırlık sırasında evlerimiz savaş alanına dönmüş, yiyecek dolu küplerimizin çoğu yerlere devrilip dökülmüş, hayvansal ürünlerimiz heder olmuştu. Küpler dolusu tereyağımız, peynirimiz, tuzlanmış etimiz, pekmezimiz, tahılımız, salçamız vardı. Çoğu ya yerlere dökülüp heder oldu ya da öylece yerinde kaldı.

Geçim kaynağımız bahçelerimiz, bağlarımız ve hayvanlarımızdı. Dağ köylerinde geçim kaynakları genelde bunlar olur. Koyunlarımız, keçilerimiz, sığırlarımız vardı. Hepsi arkamızda kaldı. Hiç birini götüremedik. Dedem askerlerin eline düşmesin diye çevre köylere haber salmıştı. Hayvanlarımızı onlara emanet etmek istiyordu. Ne yazık ki biz daha köyü terk etmeden sözde geride bıraktıklarımıza sahip çıkacak çevre köylerin bazı sakinleri gözlerimizin önünde evlerimizi talan etmeye başladılar. Evlerimize hoyratça giriyorlar, her şeyi sağa sola dağıtıyorlar, işlerine yarayan bir şeyler varsa hırsla alıp götürüyorlardı.

Hepsi öyle değildi tabi ki. Peşimizden ağlayan, bize sarılıp gözyaşı dökenler de çoktu. Ama ne yazık ki çapulcular da vardı.

Hiç unutmam, her hatırlayışımda hüzünlendiğim bir sahne var. Dedemin altın renginde, sapsarı tüyleri olan, çok büyük,  güzel bir danası vardı. Boğa olmaya adım atmış genç bir danaydı. O sıralar bir ayağı incinmişti. Yürüyemiyordu. O yüzden onu kağnıya koşamadık. Arkamızda bıraktık. Çevre köylerden gelenler de onu alıp götüremedikleri için oracıkta, yaşlı gözlerimizin önünde yere yatırıp boğazladılar.  Gözleri büyümüş dananın acı dolu çığlıkları, yardım çağıran böğürtüleri kulaklarımda hala çınlıyor.

Ben danamızı çok severdim. Onun o hali küçük yüreğimi paramparça etmiş, beni sarsmıştı. Annemin lacivert çarşafına tutunup hüngür hüngür ağlıyordum. Annem de ağlıyordu.

İşte böyle keder ve acı içinde, evlerimizi, köyümüzü, hayvanlarımızı, bağ ve bahçelerimizi, her şeyimizi arkamızda bırakarak sarp yollardan, bayırlardan sınıra doğru kaçmaya başladık. Kafilemiz perişandı. Kadınlar sessizce ağlayıp matem tutuyor, erkekler yakalanma korkusuyla çevreyi kolaçan ediyorlardı. Dedem ve birkaç yaşlı dışında sadece bebekleri, çok küçük çocukları, bir de hasta olan üç dört kadını kağnılara bindirmiştik.

Dedem bir beyaz atın üstündeydi. Heybetle, sükûnet içinde, hiçbir şey olmamış gibi, dualar, Kur’an’dan ayetler okuyarak, en önde ilerliyordu. Dedeminkinin dışında birkaç at daha vardı. Hepsi de eşya yüklüydü. Kafilemizin etrafında nöbet tutan, elleri tüfekli köyün bir grup genci bile yayaydı.

Sınıra varamadan karanlık bastırdı. Önümüzü göremiyorduk. Ayaklarımız taşlara, kayalara çarpıyor, ayakkabılarımız parçalanıyordu. Çoğumuzun ayakları kan revan içinde kalmıştı. Hatırlıyorum, naylon ayakkabı içindeki ayaklarımın kanadığını hissediyor, acılar içinde kıvranıyor, lakin yüreğimi dolduran korkunç korku yüzünden ağzımı açıp anneme bir şey söyleyemiyordum.

Sonunda sınıra vardık. Nusaybin’in uzağından geçmiş, Suriye sınırının sapa, dağlık bir yerine ulaşmıştık. Ahmet Çavuşun geldiği saatten beri durup dinlenmemiş, bir lokma yemek yeme imkânını bulamamıştık. Büyüklerimiz namazlarını seferi fıkhına göre üst üste, aceleyle kılmışlardı. Açtık, yorgunduk, korkuyorduk, bir an önce sınırı geçme arzusuyla doluyduk. Yakalanırsak başımıza nelerin geleceğini en küçüğümüz bile biliyordu. Büyükler için ya ölüm ya da zindan… Kadınlar ve çocuklar içinse askerlerin hoyrat itiş kakışları arasında, yük vagonlarının içinde günler sürecek bir yolculuk sonrası yaban ellerde, yoksulluk içinde geçecek bir zorunlu iskân.

Sınıra vardığımızda ortalığa zifiri bir karanlık çökmüştü. Ay bile yoktu. Her taraf simsiyah bulutlarla kaplıydı. Türkiye-Suriye sınırının bazı yerlerinde toprağa gömülü mayınlar olduğu söyleniyordu. Ya mayınlara bassak… Nice olurdu halimiz? Kervan durmuş, herkes dedeme bakıyordu. Hiç kimsede önümüzü aydınlatacak bir ışık da yoktu.

Karanlıkta dedemin tok sesi yükseldi.

--- Herkes beni takip etsin!

Sonra karanlıkta bir hayaleti andıran beyaz tüylü atını sınıra sürdü. Kervan sıraya dizildi. Onun peşi sara hareket etti. Sonra birden müthiş bir şey oldu. Aradan yetmiş yıla yakın geçmiş. Ben yetmiş sekiz yaşındayım bugün. Ama o anı hatırladığımda tüylerim diken diken olur, adeta cezbeye tutulurum. Hala inanasım gelmez. Ancak bu çift gözümle gördüm o anı. İstesem de inkâr edemem. Evet, müthiş bir şey oldu. Birden dedemin atının iki kulağı birer ışıldak gibi yandı. Kervan ışığa boğuldu. Herkes heyecan içinde ağlaşarak, bağrışarak tekbir getirmeye başladı.

Dedem sanki hiç bir şey olmamış gibi, sakin bir şekilde yoluna devam etti. Sınırı geçinceye kadar atın kulakları yolumuzu aydınlattı. Güvenli bir yere gelince yine birden söndüler. “

Ninem her anlatışında öyküsünün sonunda gözyaşlarına boğulur, derin bir ah çeker, özlemle dedesini, vefat etmiş anne babasını, büyüklerini anardı. Başını acıyla sağa sola sallayarak:

“ O günler çok zor günlerdi!” derdi. “Çok çektik. Gerçi Suriye’de bize kucak açtılar. Ev bark verdiler. Ama memleket gibisi olur mu? Göçmendik orada, sığıntı gibiydik. Kendimizi hep yabancı gördük. Af çıkınca yurdumuza, köyümüze döndük. Tabi bazılarımız orada kaldı. Oradan evlendiler, çoluk çocuğa karıştılar. Hala akrabalarımız var orada, Amude’de, Kamuşlo’da…”

*Bu öyküyü sayısız defa ninemin ağzından dinledim. O zamanlar sekiz yaşındaymış ninem. Bu acı olayı her bize anlatışında kederlenir, “ Allah bir daha bu halka öyle günler göstermesin!” derdi.

Ryan Reynold

0 yorum

FİKRİNİZİ BELİRTİN

Zorunlu alanları doldurunuz *