482

 

O günü asla unutamam. Unutmam da mümkün değil. Barbarlar sokaklara inmişti. Her tarafı yakıp yıkıyor, önlerine gelene saldırıyorlardı.  Biz dört arkadaştık. Ben, Yasin, Hasan ve Hüseyin… Kurban bayramının dördüncü günüydü. Arabayla yoksul ailelere kurban eti dağıtıyorduk.

Etraf çok karışıktı. Sokaklar PKK’i çetelere teslim edilmişti adeta. Ortalıkta polis namına hiç kimse yoktu. Devlet Diyarbakır’da tatile çıkmıştı sanki. Sonradan tüm Kürdistan şehirlerinin hükümet tarafından PKK çetelerinin insafına terk edildiğini öğrendim. Can güvenliğimiz yoktu. PKK’lilerin dindar görüntülü, sakallı, örtülü herkese İŞİD’çi bahanesiyle saldırdığı bir ortamdı. Yakınlarımız et dağıtımını bırakmamız için ikide bir bize telefon açıyorlardı. Ama gönlümüz yoksulları etsiz bırakmaya razı değildi. Bayramdan bayrama et yüzü gören yoksul kadın ve çocukları düşündükçe onları bu mutluluktan mahrum bırakamayacağımızı hissediyorduk.

Şehirde karmaşa ve talan devam ederken arabayla bir sokağın başında durduk. Kardeşim de bizimleydi. Kardeşimi arabada bırakarak biz dört arkadaş et poşetleriyle sokağa girdik. Daha önce tespit ettiğimiz birkaç aileye etlerini teslim edip başka bir sokağa saparken elleri sopalı, taşlı kalabalık bir eylemci grubuyla karşılaştık. İçlerinde silahlı olanlar da vardı.

Silahlı grubu görünce durakladık. Onlar da durdular. Bize şüpheyle ve düşmanca baktılar. Görünüşümüzden, ellerimizdeki kurban etlerinin poşetleri üzerinde bulunan Köy Der ambleminden İslami camiaya mensup olduğumuzu anladılar. İçlerinden biri:

----- Bunlar İŞİD’çi diye bağırdı.

Hâlbuki kurban eti dağıtığımız insanların çoğu Rojova ve Kobani’li Kürtlerdi. İŞİD’çi olmadığımızı, İŞİD tarafından tekfir edildiğimizi, onlardan daha çok Suriye Kürdistan’ından gelen mazlum göçmenlere yardım ettiğimizi, acılarını ta derinden hissettiğimizi biliyorlardı. Ama onların derdi İŞİD değildi. Onların derdi İslam’dı. İŞİD’i bahane edip Kürdistan’daki Müslümanları sindirmek, imha etmek istiyorlardı. Dinsiz, mürted, Amerikancı bir Kürt halkı istiyorlardı.

Dindar olduğumuzu anlayan çeteciler vahşi sürüler gibi üzerimize saldırdılar. Konuşmamıza, yanıldıklarını anlatmamıza imkân vermediler. Canımızı onların elinden zor kurtardık. Silahlı yüzlerce kişiye karşı ellerinde et poşetlerinden başka bir şey olmayan dört kişi ne yapabilirdi ki?

Tüm gücümüzle kaçtık. Karanlık çökmek üzereydi. Can havliyle önümüze gelen ilk binaya daldık. Merdivenlerden yukarı doğru koşarken ikinci katta bina yöneticisiyle karşılaştık. Adam korku dolu gözlerle bize baktı.

----- Kimsiniz? Diye bağırdı.

------ Biz kurban eti dağıtan dernek görevlileriyiz! Diye cevap verdi arkadaşlarımızdan biri. Dışarıdaki eylemciler İŞİD’çi olduğumuzu iddia edip bizi öldürmek istiyorlar. Vallahi biz İŞİD’çi değiliz. Size de bir zararımız olmaz. Onlar gidinceye kadar saklanmak istiyoruz.

Bina yöneticisi ürkekçe etrafına baktı. PKK çeteleri diğer halk gibi onu da sindirmişlerdi. Haksız da sayılmazdı. Devlet Müslüman Kürt halkının kaderini bu barbar çetelerin insafına terk etmişti.

----- Hemen binamdan çıkın! Diye korku dolu bir ses tonuyla bağırdı bina yöneticisi. Sizi burada görürlerse kapılarımızı kırarlar, binamıza zarar verirler.

O esnada bina sahibinin çocukları da merdivenin başına gelmişlerdi. Yöneticinin çocukları bize acıyarak babalarından bizi içeri almasını istedi. Ama adam kabul etmedi. Panik içinde bizi dışarı çıkarmaya çalışıyordu.

Üçüncü kattan bir kadının sesi duyuldu:

----- Benim evime gelin! Evimde saklanın…

Yöneticinin korku dolu bakışları arasında kadının evine yöneldik. İçeri girip kapıyı kapattık.

Pencerelerden dışarıyı gözetliyorduk. Evde erkek yoktu. Yanılmıyorsam kadının kocası da eylemcilerin arasındaydı. Sonradan öğrendim bunu. Pencereleri gözetlerken binanın etrafının çetecilerle sarıldığını gördük. Ya binaya girdiğimi görmüşlerdi ya da birileri onlara söylemişti.

Hepsi de silahlıydılar. Gözlerini adeta kan bürümüştü.” İŞİD’çiler bu binada!” diye bağırıyorlardı. Binanın etrafı gittikçe kalabalıklaşmıştı. Sonra ellerindeki sopa ve silahlarla binaya girdiler. Gürültülerden önce dama çıktıklarını anladık. Daha sonra tek tek kapıları çalmaya başladılar. Herkeste bir heyecan, öfke ve intikam duygusu hâkimdi. Sanki aradıkları, yoksul Kürt çocuklarına kurban eti dağıtan ve kendileri gibi Kürt olan, silahsız, savunmasız dört genç değil de ülkeleri yerle bir eden birer canavardı. Hayretler içindeydim. PKK bu insanlara nasıl bir zihniyet aşılamıştı ki dindarlara bu kadar korkunç bir kin duyuyorlardı.

İçinde bulunduğumuz eve yaklaşıyorlardı. Heyecanlıydık ama hiç birimizde korku duygusu yoktu. Hatta bazen birbirimize bakıp gülümsüyorduk da. Arzuyla beklediğimiz, hayal ve rüyalarımızı süsleyen gün nihayet gelip çatmıştı. Şehadete, cennete adım adım yaklaştığımızı hissediyorduk.

Biz heyecan içinde kapının arkasında beklerken kadının kocası içeri girdi. Giyinişinden, tavrından PKK çeteleriyle beraber olduğunu hemen anladık. Adam bizi görünce belinden bir bıçak çıkardı. Üzerimize hücum etti. Kadın bağırarak araya girdi. Adamın elinden bıçağı aldık. Yöneticiye anlattıklarımızın aynısını adama da anlattık. Bizi düşmanca süzen adam, dört kişiyle baş edemeyeceğini anlamış olacak ki inanır gibi göründü. Bir köşeye çekildi. Kapı deliğinden dışarıyı gözetlemeyi sürdürdük.

Barbarlar bulunduğumuz evi öğrenmişlerdi. Kapının önündeki yığılmalarından anladık bunu. Ben kapının deliğinden dışarı baktım. Yüzleri maskeli, silahlı onlarca kişi kapıya bakıp bağrışıyorlardı. İçlerinden bazıları:

----- Dinamit getirin, kapıyı dinamitle hava uçuralım! Diye bağırıyorlardı.

Zamanımızın daraldığını, şehadet anının gelip çattığını anlamıştık. Birbirimize baktık. Hüzünle gülümsedik. Sonra sarıldık birbirimize helalleşmek için. Ben heyecan içinde Yasin’e sarıldım. Sonra Hüseyin ve Hasan’a… Beni bırakıp gideceklerini bilemeden. Onlarla aynı kaderi paylaşacağımı sanarak…

Allah’ım! O anı asla, asla unutamam… Sanki kıyamet kopuyordu. Saldırganlar kapıyı kırmaya çalışarak içeri girmeye çabalıyorlardı. Karanlık bastırmıştı. Karanlığın içinde etraftaki binaların balkonları, dış kapı önleri, sokaklar insanlarla doluydu. Yüzlerce kişi, kadın ve erkek ellerindeki kaşık, çanak ve tabaklarla demirlere vuruyorlar, ışıkları yakıp söndürüyorlar, “Öldürün, öldürün onları!” diye bağırıyorlardı. Kadınların zılgıt sesleri kahredici haykırışlar şeklinde hüzün dolu yüreklerimize saplanıyordu. Sanki düğündü.

Allah’ım! Ne olmuştu bu halka? Dinlerini, namuslarını, çocuklarını, huzurlarını, insani ve ahlaki neleri varsa her şeylerini onlardan alan, onların zenginliklerini ve özgürlüklerini batılı Hıristiyanlara peşkeş çeken faşist, mürtet, Allah düşmanı bu çeteciler onlara ne vermişti ki onlara bu kadar muhabbet duyuyorlardı. Acaba bu muhabbet miydi? Yoksa zelil bir korkaklık mı? Müslüman Kürt halkına yakışır mıydı bu korkaklık? Tarih boyunca dinleri ve namusları uğruna destanlar yazan bu yiğit halk ne hallere düşmüştü faşist barbarların ellerinde!

Ben bunları düşünürken her şey bir anda oldu. Üst evin balkonundan içinde bulunduğumuz evin balkonuna iple atlayan bir barbar elindeki silahla bize ateş etti. Sivil birine benzemiyordu. Gerilla eğitimi görmüş biri olduğu her halinden belliydi. Dağdan ve Rojova’dan yüzlerce PKK ile YPG militanının sivil kıyafetlerle, silahlarıyla beraber şehirlere sızdıklarıyla ilgili söylentileri hatırladım. Her halde bu da onlardan biriydi. Barbarın silahından çıkan kurşunlar Hasan’ı buldu. Hasan, yaralı bir halde yere düştü. Ev sahibi adam elindeki kapı anahtarını silahlı kişiye fırlattı.

Ben silahsız olduğum için bir an ne yapacağımı bilemedim. Sonra can havliyle banyoya koşup saklandım. O esnada balkondan atlayan militan kapıyı açmış, içeriye bir sürü çeteci üşüşmüştü. Diğer üç arkadaşım benim gibi saklanmaya fırsat bulamadan çetecilerin ellerine geçti. Kardeşlerimin inlemelerini, tekbir seslerini içim yanarak dinliyordum.

Akbaba sürüleri gibi üşüşmüştüler kardeşlerimin üzerine. Palalar, bıçaklar, satırlarla kardeşlerime saldırıyorlardı. Adeta doğruyorlardı kardeşlerimin aziz bedenlerini. Paramparça ediyorlardı onları. Ah ne kadar çaresizdim! Allah’ım! Allah’ım! Ne kadar çaresizdim?

Evin içini kardeşlerimin acı inleme sesleri doldurmuştu. Acımasızca doğruyorlardı bu aziz müminlerin nazenin bedenlerini. Yasin acılar içinde inliyordu. Hüseyin acılar içinde inliyordu. Hasan acılar içinde inliyordu. Kandan birer heykele dönmüştüler. Kan denizi içinde yüzüyorlardı. Vahşi barbarlar kin ve nefret deryasına boğulmuş olarak kafalarına, göğüs ve karanlarına tekme atıyorlardı. Vahşi köpeklerin seslerini andıran sevinç çığlıkları atıyorlardı.

Sonra sürüklenme sesleri duydum. Üç Allah dostunun parçalanmış bedenlerini balkona doğru sürüklüyorlardı. Sevinç çığlıkları arasından onları üçüncü katın balkonundan aşağı attıklarını duydum. Aşağıda da yüzlerce barbar vardı. Ağızlarından salyalar akarak sevinç çığlıkları atan barbarlar.

Kardeşlerimin parçalanmış vücutlarını peşlerinden sürükleyerek kaldırımlarda dolaştırdılar. Başlarını taşlarla ezdiler. Sevinç çığlıkları eşliğinde, zılgıt çeken kadın kılıklı bir barbar arabasına bindi daha sonra. Defalarca Yasin’in nazenin bedeni üzerinden geçti. Tanınmaz haldeydi üç şehit. Vücutları paramparça…

Paramparça vücutlarıyla göğe yükseldi üç şehit. Şerefli meleklerin eşliğinde… Kendilerinden sonra gelecek kardeşlerine ışık olacak birer destan yazarak…

Not: Yaşanmış olan bu olayı, dört kişiden biri olan ve canilerin ellerinden yaralı olarak kurtulan aziz kardeşim YUSUF ER’in ifadelerine dayanarak öyküleştirdim.

İNZAR DERGİSİ

 

 

 

Ryan Reynold

0 yorum

FİKRİNİZİ BELİRTİN

Zorunlu alanları doldurunuz *