481

 

 

         

Zeyd bin Harise komutasındaki üç bin kişilik İslam Ordusu, Men bölgesine gelince durdu. Men, Şam toprakları içinde yer alan bir yerdi. İslam askerleri burada kendilerine doğru iki yüz bin kişilik bir Rum ordusunun yaklaşmakta olduğunu duydular. Düşman ordusunun sayıca kendilerinden çok çok fazla olması bazı Müslümanları tereddütte düşürdü. Durumu Resulullah’a bildirmeyi ve onun emirleri doğrultusunda hareket etmeyi teklif ettiler. Askerlerin arasında bulunan büyük İslam şairi Abdullah bin Revaha yüksek bir yere çıktı. Hamaset dolu bir sesle şöyle bağırdı: -Ey Müslümanlar! Ey İslam’ın şerefli askerleri! Siz neyin tartışmasını yapıyorsunuz? Şehitlik arzusuyla Medine’den çıkmadınız mı? İşte arzuladığınız şey gelip kapınıza dayandı. O halde bu hoşnutsuzluk uğultuları da neyin nesi? Bizi güçlü kılan imanımızdır, İslam’a olan bağlılığımızdır; maddi kuvvetimizin fazlalığı veya sayıca çok olmamız değil… Bedir’de ve diğer savaşlarda Allah’ın yardımıyla bizden kat kat fazla olan düşmanı yendik. Kalkın, toparlanın ve Allah’a dayanarak düşmanın üzerine yürüyün. Bu yürüyüşünüz size iki iyilikten birini getirecek: Ya zafer veya da şehadet! Abdullah bin Revaha’nın sözleri Müslümanları coşturdu; kalplerindeki korku, şüphe ve endişeleri silip süpürdü. Men’deki iki gecelik konaklamadan sonra İslam ordusu yayından boşanmış ok gibi ileri atıldı. İslam askerleri, Resulullah’ın elçisini şehit eden Rum kâfirlerine hadlerini bildireceklerdi. Gerçi yurtlarından, Medine’den yüzlerce fersah uzaklıktaydılar ve iki yüz bin kişilik düşman ordusu karşısında sadece üç bin kişiydiler. Ama iman dolu gönülleri

Kim korkutabilirdi ki? Müslümanlar Mute adlı bir köyün yakınlarında Rum Ordusuyla karşılaştılar. Hemen savaş düzenine girdiler. İslam Ordusunun komutanı ve sancaktarı Zeyd bin Harise’ydi. Zeyd, bir elinde tevhid sancağı, öbür elinde kınından çekilmiş kılıcı, atının üstünde heybetli bir aslan gibi Rum Ordusuna bakıyordu. Rum Ordusu küçük İslam Ordusu karşısında uğultulu bir okyanusu andırıyordu. Techizat ve silahlarıyla da görkemliydi. Ancak bu görkem ve sayıca çokluk İslam askerlerinin gözlerini korkutmuyordu. Müslümanlar düşman ordusunun saflarına yalın kılıç dalmak için sabırsızlanıyorlardı. Zeyd atını şaha kaldırdı. Bir elinde sancak, öbüründe kılıç “Allah’u Ekber!” diye haykırarak ileri atıldı. İslam askerleri de onunla beraber… Zeyd bin Harise üzerine yağmur gibi inen kılıç ve mızrak darbelerine aldırmıyor, düşmana kahramanca saldırıyor, önüne çıkan askerleri çil yavrusu gibi dağıtıyordu. Rumlar onun cesaret ve yiğitliği karşısında panik içinde kaçışıyorlardı. Zeyd sonunda yorgun düştü. Aldığı kılıç darbelerine dayanamadı, kanlar içinde yere devrildi. Vahşi Rum sürüleri Zeyd’in başına üşüştüler. Onu oracıkta şehid ettiler. Zeyd’in şehid olduğunu gören Cafer bin Ebutalip atını o tarafa sürdü. Arşı titreten bir sesle tekbir getirerek Zeyd’in başına üşüşen leş kargalarına saldırdı. Rum askerler korkuyla kaçıştılar. Cafer, sancağı yerden aldı. Vücudu parçalanmış, kanlar içindeki Zeyd’e baktı. Zeyd’in açık gözlerinden gökyüzüne huzurlu bir gülümseme akıyordu adeta. Cafer de Zeyd gibi kahramanca çarpıştı. Atı

Yaralanınca yere atladı. Etrafında döne döne, geniş daireler yaparak önüne gelen Rum’u doğradı. Rum askerler bu cesur cengavere yaklaşamıyorlardı. Ancak göğsüne saplanıp sırtından çıkan katil bir mızrak darbesi onu durdurdu. Kılıcı elinden düştü. Yere diz çöktü. Sancağa sıkı sıkıya sarıldı. Keskin bir kılıç sağ kolunu kopardı. Sancağı sol eline aldı. Sol elini de kestiler. Ama o, Habeşistan sarayında, kralın karşısında hakkı haykıran büyük muhacir Cafer bin Ebutalip, peygamber sancağını yere düşürmemeye kararlıydı. Sancağı dizlerinin arasına sıkıştırdı. Vücudunu parçalayan kılıç darbelerine aldırmadan sancağı dik tuttu. Düşman askerlerinin etrafından kaçıştıklarını, bir elin sancağa uzandığını gördü. Başını yukarı kaldırdı. Sancağı tutan Abdullah bin Revaha’ydı. Abdullah’ı görünce sancağı bıraktı. Gülümseyerek gözlerini kapattı. -Cennet ne güzeldir! dedi. Ona yaklaşmak, kokusunu duymak ne güzeldir! Ve içeceği ne soğuktur… Bu onun son sözleri oldu. Sonra yavaşça yana düştü. İslam Ordusunun ikinci komutanı da şehid olmuştu. Üçüncü komutan Abdullah, tevhid sancağını havada dalgalandırarak, kahramanlık recezeleri söyleyerek savaşı sürdürdü. Onun dilinden dökülen nağmeler İslam askerlerini daha da coşturuyordu. Abdullah bir ara atından inerek savaşı sürdürmek istedi. Ama hafif bir tereddüt geçirdi. Hemen nefsini kınadı. -Ey can! dedi. Yemin ettim, muhakkak ineceksin. Sana ne oluyor ki cennetten kaçıyorsun? Sen nesin ki? Eski su kabından az ve saf bir su… Öldürülmezsen daha sonra ölmeyecek misin? İşte arzuladığın şehadet önünde, bir adım

Mesafede seni bekliyor! İslam Ordusunun üçüncü komutanı Abdullah bin Revaha da çarpışa çarpışa diğer iki arkadaşına kavuştu. Temiz ruhu mele’i âlâya yükseldi. Allah’ın kılıçlarından bir kılıç İslam Ordusunun başına geçti ve iki yüz bin kişilik Rum Ordusunu yenilgiye uğratarak Müslümanları sağ salim Medine’ye geri getirdi. Mute Savaşı bir destan olarak insanlık tarihine geçti. Resulullah’ın tayin ettiği üç komutanını ardı ardına şehid veren İslam Ordusu, hakiki imanı elde eden küçük bir topluluğun kendisinden yüz kat fazla olan güçlü ve teçhizatlı orduları yenebileceğini bütün dünyaya ispat etti. Evet… Onlar cenneti arzuladılar. Ve Allah da onlara Resulünün müjdesiyle cenneti bağışladı. Resulullah şöyle buyurdu: -Zeyd bayrağı eline aldı, savaştı ve şehid oldu. Şehid olarak cennete girdi. Sonra sancağı Cafer aldı. O da çarpıştı ve şehid olarak cennete girdi. Cennette ona iki kanat verildi. O kanatlarla dilediği yere uçmaktadır. Daha sonra sancak Abdullah’ın eline geçti. Abdullah da arkadaşları gibi çarpıştı, şehid oldu ve cennete girdi…

 

 

 

 

 

 

 

Ryan Reynold

0 yorum

FİKRİNİZİ BELİRTİN

Zorunlu alanları doldurunuz *