Ehli Sünnetin kendisine düstur edindiği bir ilkesi ile başlayalım: “Ehli kıble tekfir edilemez!”

Bu sözün anlamı şudur: Hangi mezhep ve meşrepten olursa olsunlar, eğer kıble ehli iseler, yani namaz kılıyorlarsa, dinde kardeştirler. Bu durumda aralarında geçerli olan hukuk da kardeşlik hukukudur. Fakat görüyoruz ki, bugün kendilerini Ehli Sünnet olarak tanımlayan bazı kişiler, cemaatler ve gruplar, yalın bir şekilde söylemek gerekirse, temel bir İslami ilke ile savaş halindedirler. Çünkü Allah’ın koyduğu hükümleri çiğniyorlar.

İlahi de olsa, bütün dinlerin zaman içinde yaşadıkları süreçlerden biridir fırkalara ve şubelere ayrılmak ve birbirinden farklı anlayıp yorumlamak… Sünnilik veya Ehli Sünnet, öte yandan Şiilik de, İslam’ın yorumlarından birer yorumdur.

İslam adına yapılan yorumlar eğer dinin sınırları içerisinde ise, birer zenginliktir. Eğer dinin sınırlarını aşıyor ve dinin açık hükümlerine rağmen ise, tahriftir. Örneğin, Peygamberimiz (sav) müminlerin dini anlama çabalarını ve dini anlama sürecinde yaşadıkları ihtilafları rahmet olarak tanımlamıştır.

Nitekim mezheplerin çıkışı da bu ihtilafların bir sonucudur.

Bir kişinin veya bir mezhep imamının İslam hakkında yaptığı yorumların ve çıkardığı sonuçların İslam’ın herhangi bir hükmü ile çelişmesi, onları İslam’ın dışına atar. Ki biz Müslümanların hem geçmişinde ve hem de bugününde bu sapmaya dair örnekler vardır. Ki bunları birbirinden ayırmak; İslam ile örtüşüp örtüşmediklerini anlamak için Kur’an’ı ve buna bağlı olarak Peygamberimizin (sav) hayatı ile sahih sünnetini bilmemiz yetiyor.

Yukarıda da dediğimiz gibi, İslam’ın birçok yorumu vardır, ama en yaygınları iki tanedir: Sünnilik ve Şiilik. Her ne kadar Selefilik de zaman zaman gündemi işgal ediyor olsa da, onun etkisi sınırlıdır.

Ancak bizim Müslümanlar olarak sorunumuz, âlimlerimizin İslam’ı anlamada yaptıkları farklı yorumlar ve vardıkları farklı sonuçlar değil, en çok yöneticilerin bu yorumları ve sonuçları kendi çıkarları doğrultusunda kullanmalarıdır. Örneğin, İran yöneticilerinin Şiiliğe ve Osmanlı yöneticilerinin Sünniliğe yaklaşımları dini hassasiyetten çok, genelde çıkar eksenli olmuştur. Bununla birlikte kimi âlimlerin de ihtiraslarına yenik düştükleri veya âlim sıfatlarıyla gayrimeşru otoritelerin hizmetine girdikleri de diğer bir gerçekliğimizdir.

Şii Dünyasını sevapları ve günahlarıyla bir tarafa bırakalım, bugün Sünni Dünya olarak yaşadıklarımızı İslam’ın izzeti ile izah etmemiz mümkün mü? Sahi, Ehli Kıblenin zalimler tarafından saldırıya uğramasına ve öldürülmesine sevinen bir kişi Ehli Sünnet olabilir mi?

Elbette ki, başta Gazzeliler olmak üzere dünyanın birçok yerinde İslam’ın izzetini canları ve mallarıyla yaşayanlar var, ama maruz kaldığımız onca zulümlere rağmen hala çoğunluk olarak zalimlerle aramızda kesin sınırlar çizmekten aciziz. Oysa Müslümanlıksa, Müslüman olmanın ve Sünnilik ise, Sünni olmanın olmazsa olmazı ehli kıble olarak birbirimize karşı merhametli olmak değil midir?

Sonuç olarak bilelim ki, yeryüzünü fesada boğmaya azmetmiş olanlar Sünni, Şii, Arap, Türk vb. ayrımlar yapmadan topyekûn saldırıyorlarken bile, birileri hala Sünnilik ve Şiilik adı altında bir dava yürütüyorsa, bilelim ki, onlar en hafif deyimiyle gafillerdir ve belki de emperyalistlerin içimizdeki askerleridir.