Bazen edebi bir eser, bir sanat eseri, bir roman, bir öykü bir hakikati öyle etkileyici, öyle çarpıcı, öyle sarsıcı bir üslupla anlatır ki insan bu hakikati tüm berraklığıyla anlayıverir ve derin bir etki altında kalır.  İşte o eserlerden biri de Tolstoy’un “İvan İlyiç’in Ölümü “adlı küçük hacimli romanıdır. Yanılmıyorsam bu romanı üçüncü defadır okuyuşumdur bu… Ama ne zaman okusam ölüm gerçeği karşısında şiddetli bir korkuya kapılırım ve Allah’a sığınma, Allah’la yakınlaşma arzusu tüm ruhumu doldurur.

Gerçekten de Tolstoy, Allah’tan, ahiret bilincinden uzak, hayatı sadece bu dünyadan ibaret bilen ve tüm gücüyle bu dünya hayatına sarılan insanın yalnızlığını, çaresizliğini o kadar etkileyici anlatıyor ki…

Allah’a yabancı, Allah’la gönül bağı olmayan ve ölümü bir yok oluş bilen insanın ölüm gerçeği karşısında içine düştüğü dehşet son derece gerçekçi bir bakış açısıyla anlatılmış…

İnsan çoğu defa derin bir gafletin kollarında yaşar, uyuşuk bir ruh hali içindedir. Başkasının ölümünü her gün görmesine rağmen kendini kandırmaya, avutmaya çalışır. Ölümü kendine yakıştırmaz, ölümün hiçbir zaman kapısını çalmayacağını, hep böyle yaşayıp gideceğini sanır. Günlük olayların hay huyu, sorunları, küçük zevk ve arzuları içinde kaybolup gider. Ölümle ilgili anlatılanlar, uyarılar, nasihatler ona uzak diyarların hayali masalları gibi gelir. Bazen yakınlarının, dost ve arkadaşlarının ölümü karşısında etkilenir, ruh aleminde sarsıntılar oluşur ama çoğu defa bu sarsıntılar, etkilenmeler küçük ölçekli olur ve çok geçmeden unutur gider…

Ta ki ölüm hakikati gelip onun kapısını çalıncaya kadar… İnsan ölüm gerçeğini tüm çıplaklığıyla karşısında görünce dehşete kapılır. Korkunç bir yalnızlık hisseder. Kimsesizlik girdabı içinde soğuktan donmak üzere olan bir yavru ceylan gibi titreyip durur.  Hayat anlamsızlaşır, şimdiye kadar yaşadığı her şey ona korkunç bir azap verir. Hayata dört elle sarılmaya çalışır, umutsuzlukla bir kurtuluş yolu arar.

Hayatı sadece bu dünyadan ibaret bilen, ölüm ötesi ve ahiret konusunu hiçbir zaman düşünmemiş, zihnini ve kalbini bununla hiç meşgul etmemiş, hayat felsefesini, ideallerini, arzularını sadece bu dünya hayatına has kılmış bir insanı düşünün… Bütün varlığı, hayatının hedefi, tüm arzularının kaynağı bu dünya; ötesiyle ilgili hiçbir şey yok...

Ve birden sahip olduğu her şey elinden alınıyor, yokluğa mahkûm ediliyor, korkunç bir karanlığın içinde yitiyor, kaybolup gidiyor; her şeyini ama her şeyini yitiriyor. Bir ömür çalışıp didinerek elde ettiği makamı, konumu, serveti; tatmin edebilmek için gece gündüz bir köle gibi hizmetine amade olduğu arzuları, zevkleri, her şeyi elinden uçup gidiyor. Lakin en korkuncu tek başına, yapayalnız bilmediği dehşetli bir yokluğa doğru gitmesi, korkunç bir karanlığa gömülmesi…

Ne korkunç bir yalnızlık değil mi? Ne dehşetli bir kimsesizlik değil mi?

İnsan, Allah’tan uzak, Allah ile gönül bağı olmayan veya zayıf, Allah’ı hayatının hedefine koymamış, tüm yaşamını geçici dünyevi arzu ve heveslerin tutsağı kılmış, Allah’ı işlerine karıştırmamış, Allah’a değil de nefsine tapınmış kimseleri ve mutlaka yaşayacakları o acı, dehşetengiz, korkunç sonu ve içine düşecekleri tüyler ürpertici yalnızlığı, kimsesizliği düşününce bu hakikati haykırmadan edemiyor; Allah’ı bulan neyi kaybetmiş ve Allah’ı kaybeden neyi bulmuş?