Eğitim sisteminin genel olarak dayandığı felsefe, eğitimin nasıllığına dönük pratiklerini, ders ve program hazırlama, öğrenci ihtiyaçlarının ne ölçüde dikkate alındığı, öğrenme sürecinde bireysel farklılıklar ve motivasyon gibi konuların ele alınıp alınmadığı ve ders değerlendirmelerinin nasıl yapıldığı gibi durumlar eğitimin pedagojik boyutuna örnek olarak verilebilir. Zorunlu eğitim, ideolojik kaygıların ön planda tutulması, eğitim felsefesini ve doğal olarak eğitimin pedagojik boyutunu da etkilemiştir. Özellikle “ulus devlet” yaklaşımının katı bir şekilde uygulandığı ülkemizde zorunlu ideolojik eğitim, eğitimin klasik olarak addedilen daimici/esasici eğitim felsefelerine dayanmasına neden olmuştur. Bu da eğitim pratiklerinin uzun yıllar boyunca bu nakıs eğitim felsefelerine dayandırılmasına neden olmuştur.

    Zorunlu eğitimin; Türk eğitim sisteminin pedagojik boyutuna indirdiği en büyük darbe, eğitim programları hazırlanırken öğrenci merkezli bir yaklaşımdan ziyade, sistemin kendi beklentilerine uygun çıktı üretme amacını gütmesidir. Yıllarca dışarıdan ithal bir davranışçı eğitim yaklaşımı benimsenmiş, bütün eğitim kademelerinde eğitimde amacın “istendik yönde davranış değişikliği meydana getirme süreci” olduğu ezberletilmiştir. Her ne kadar MEB, 2005 yılında eğitimde ilerlemeci ve yeniden yapılandırmacı felsefesini benimsemişse de Milli eğitim amaçlarının en tepesindeki maddelere dokunulmamış ve eğitim pratiklerinde bir şekilde istendik davranışları ve “vatandaş oluşturma” gayreti yerini korumuştur. Buna göre 12 yıllık zorunlu eğitim, her yıl körpecik zihinlere asgari düzeyde okuryazarlık, matematik ve fen bilimleri gibi derslerin yanına ideolojik bir tarih ve vatandaşlık okumaları yapıştırılmıştır. Bu durum öğrenci merkezli bir yaklaşıma geçilmesini zorlaştırmış ve öğrencilerin kendi ilgi ve yeteneklerine göre yönlendirilmelerini kısıtlamıştır. Nihayetinde zorunlu eğitimin dayattığı standart müfredatlara tabi olan öğrenciler için eğitimde paradigma değişikliği sadece isimden ibaret kalmış, eğitimin pedagojik yönüne hemen hemen hiç etki etmemiştir.

   Özellikle 12 yıl boyunca öğrencileri eğitim sisteminin içerisinde tutma çabası, sistemin, öğrencilerde öğrenmeye veya öğrenmenin spesifik bazı öğelerine karşı ilgi ve motivasyon eksikliğini göz ardı etmesine neden olmaktadır. Öğrencileri zorla sınıfta tutma uğraşısı eğitim ortamını herkes için huzursuz bir hale getirmektedir. Nihayetinde eğitimde öğrenme işlemi minimum seviyede kalmakta ve bu durum öğrenci başarısına negatif bir şekilde yansımaktadır.

     Öğrenci sayısının çok fazla olması da bu huzursuzluğu katmerleştirmektedir. Şöyle ki; okul psikolojik danışmanlık servislerince sene başları veya dönem ortalarında uygulanması gereken öğrenci tanıma form ve envanterleri öğrenci sayısından kaynaklı olarak ya hiç uygulanmamakta ya da sadece formalite olarak uygulanmakta ve öğrencilere geri bildirime dönüşmemektedir. Bu da farklı ilgi ve yönelimlere sahip olan öğrencilerin keşfini engellemekte ve öğretmenlerin dönüp dolaşıp standart müfredatlara sarılmalarına neden olmaktadır.

     Zorunlu eğitimin, yaşattığı bir diğer acı tecrübe de eğitim değerlendirmelerini merkezi sınavlara mahkûm etmesidir. Zorunlu 12 yıllık eğitim sürecinin, öğrenci sayısını ve bağlantılı olarak eğitim yükünü artırması, öğretmen–öğrenci ilişkilerine yeterli miktarda zamanın ayrılmamasına neden olmuştur. Her ne kadar yeniden yapılandırmacı yaklaşım ile portfolyo, uygulama vb. değerlendirme yöntemleri eğitim sistemimize dahil olmuşsa da öğrencileri “hayati” sınavlara hazırlama çabası bu yöntemlerin âtıl kalmasına neden olmuştur. Sonuç olarak bütün öğrenciler tekdüze sınavlara (LGS, YKS, KPSS vb.) hazırlanmak zorunda kalmış, zorunlu olarak bu koşuşturmanın bir parçası haline getirilmişlerdir. Bu da toplumda lise hatta üniversite mezunu olup, buna karşın kendisini “bir baltaya sap olamamış” olarak gören genç sayısında ciddi artışlara neden olmuştur.

     Bu sorunların hepsi, kendini bilişsel, duyuşsal ve sosyal olarak keşfedip geliştirmesi gereken öğrencilerimizi belli kalıplar içerisinde hareket etmeye zorlamaktadır. Bu da farklı psikolojik buhranlara gark olmuş nesillerin yetişmesine neden olmaktadır. Hiç şüphesiz eğitimde zorunluluk garabetinden en azından lise dönemi için vazgeçilmesi bu sorunların çözülmesine azami bir şekilde katkıda bulunacaktır.