“Onlar, yalnızca kendi
nefislerinden başkasını yıkıma uğratmazlar ama şuurunda
değildirler.” (Enam 26)
Şuurla ilgili çok tarif
yapılmış ki hepsi de kıymetli yalnız burada gayemiz “şuur”dan “his”e varıp şu
zamanın ahvaline dair bir iki kelam etmek.
Elmalılı Merhum, şuuru;
“his”, “zihin” ve “idrak”in toplamı olarak izah edenleri destekler ve biraz
daha netleştirir: “İçe ait olsun dışa ait olsun, her duygunun bir duyum yönü,
bir de özel duygu yönü vardır. İkisine de his denilir. Fakat ilmîlik ve idrak,
asıl duyum değeri olandadır. Ve şuur daha çok bunun adıdır.” (Hak Dini Kuran
Dili 3/205)
Demek ki şuuru, “duyum yönü”
anlamındaki hisle açıklamak da mümkündür.
Kur’an-ı Kerim’de yirmi bir
yerde okuduğumuz “şuurunda olmama” ifadesi, genellikle kalplerinde nifak
hastalığı bulunanlar veya inkarcılar için kullanılmış ve hepsi çoğul gelmiş.
Haliyle ister bilinçsizlik
manasında akıl ve idrak kusurunu anlatsın isterse farkında olmama manasında his
ve duyu zaafına işaret etsin “şuursuzluk” derecesine göre imanın yanında değil
karşısında duruyor.
İman, ibadet meyvesini verdikçe “şuur” açılır ve sahibinde şiirin uyumu gibi
bir ahenk meydana gelir. Bunun aksine insanın fıtratına uymayan her söz,
davranış ve hal şuursuzluktur.
Mide bulantısı, ağrı ve acı
gibi hastalık belirtileri, bireyin yaşamı için ne kadar önemliyse, sosyal
toplum hayatının sağlığı için de tiksinti, öfke ve vicdan azabı gibi
semptomların düzgün işlemesi gerekir. Yıkıcı olaylar karşısında beklenen
tepkiyi vermeyen bir beşer topluluğu, yarınlarını mahvettiğinin de şuurunda
değildir.
Toplumun nihai tepkileri ise
yönetim aygıtıyla uygulanır. Peki devlet yönetimi de hastalandığında acı
hissetmezse ne olur?
O zaman işte ortaya bugünkü
vaziyet çıkar. Bir taraftan aşırı sigara tüketimi, madde bağımlılığı ve korkunç
hızda eriyen aile değerlerinden şikayet edilirken öte yandan itaati, saygıyı,
temizliği, sınırları korumayı, örfü, medeniyet birikimini, edep ve hayayı hedef
alan şuursuz faaliyetler yayılır, özendirilir.
Günahlar hafife alınıp
umursanmadığında mesele orada kalmaz. Bediüzzaman Hazretleri mesela bakın ne
diyor; “Hem helâl-haram demeyip rast gelen şeye saldırmak, adeta mânevî
hayatını da zehirler. Daha kalbe ve ruha itaat etmek, o nefse güç gelir,
serkeşâne dizginini eline alır. Daha insan ona binemez; o insana biner.”
(Mektubat)
Ve maalesef bu aşamada
emperyalistlerin toplum mühendisliği devreye giriyor ve kitlelerin neyi ne
kadar hissedeceğini ayarlamaya başlıyorlar. İblisin ırkçı formasyonu burada
yoğun biçimde kullanılıyor, yine şeytanın ‘Ademoğlunun cennetlik haline
düşmanlığı’ profesyonelce pazarlanıyor.
Ondan sonra kimi
Müslümanlar(!) namazı terk etmenin hiçbir acısını hissetmiyor, izlediği rezil
yayınlar midesini bulandırmıyor ve kimi müslimeler, örtüyü bırakmanın ağrısını
duymuyor,
Ve bu şuursuzluk aparatıyla
kıyamete hazır yeni bir dünya inşa ediliyor.
Terörist işgal rejiminin
istediği gibi yayılıp bölgesinde yerleştiği, Mescid-i Aksa üzerinde artık
dilediği gibi rahatça tasarrufta bulunduğu bir dünya..
Yalnızca hayır kurumlarının
sınırlı yardımlarıyla hatırlanan mazlum Müslümanların iyiden iyiye kaderine
terk edildiği bir dünya..
Batı ülkelerinin bilgiye
hükmetmelerinin diledikleri her bölgeye hükmetmelerine gerekçe sayıldığı bir dünya..
Dinin moderniteye
uyarlanmayan kısımlarının tarihselleştirildiği bir dünya..
Aile, akrabalık, komşuluk,
kardeşlik ve ibadet gibi fedakarlık gerektiren tüm insan işlevlerinin maddeye
ve konfora göre yontulduğu yapay bir dünya..
Narsizmin misyon, hedonizmin
vizyon olarak tasdik edildiği yalnızların dünyası.
Maksimum hissizlikle ve
taşlara taş çıkartan bir şuursuzlukla, kulakları olup da işitmeyenlerin,
gözleri olup da görmeyenlerin, kalpleri olup da kavramayanların yani kütükten
beter duyarsızların dünyası..
Öyle elleriyle gözünü
kulağını kapatan üç maymunların değil, o maymunların ucuz sirk şovlarında
oynatıldığı bir dünya..
“Sen, "Allah de."
Ve sonra bırak onları, daldıkları bataklıkta oynaya dursunlar!” (Enam 91)