Kur’an-ı Kerim, evrenin
boşuna yaratılmadığını ve oranın en değerli sakini konumundaki insanın da
dünyaya gönderiliş maksadını açıkça ifade eder: ‘Biz göğü, yeri ve ikisi
arasındakileri boş yere yaratmadık. (Sad:27)
‘Ben cinleri ve insanları
ancak bana ibadet etsinler diye yarattım.’ (Zariyat:56)
İnsanın kendi yaratılış
maksadını unutmaması, varlığın en değerlisi olarak kulluk görevini hayatının
mihveri yapması gerektiği konusundaki ayetlerin tefsirini, yerinde bazı temsillerle Celaleddin-i
Rumî’ den dinleyelim:
‘Dünyada unutulmaması gereken
bir şey var. Her şeyi unutsan da onu unutmasan korku yok. Ama her şeyi yerine
getirsen, hatırlasan, unutmasan da onu unutursan hiçbir şey yapmamış olursun.
‘Gerçekten de biz, emaneti göklere
ve yeryüzüne ve dağlara arz ettik. Derken onlar, onu yüklenmekten çekindiler ve
ondan korktular ve onu insana yükledik; şüphe yok ki o, çok zalim oldu, çok
bilgisiz bir hale geldi.’
Bir bak da gör, göklerden
aklı şaşırtan ne işler meydana gelmede. Taşları lâl, yakut yapıyor; dağları
altın, gümüş madeni haline getiriyor. Otları, yeryüzünü coşturuyor, diriltiyor,
ölümsüz cennete çeviriyor.
Yeryüzü de tohumları
benimsiyor, meyveler veriyor, ayıpları örtüyor; şaşılacak şeyler meydana
getiriyor. Bütün bunları yapıyorlar ama onlardan o bir tek iş meydana gelmiyor
da o tek işi insan başarıyor. ‘Andolsun ki ademoğullarını ululadık’ dedi, göğü,
yeri ululadık demedi. Şu halde insanın elinden bir iş geliyor ki ne göklerin
elinden geliyor o iş, ne dağların. O işi de gördü mü, onda ne zalimlik kalıyor,
ne de cahillik.
Ama sen, o işi görmüyorsam
bunca iş görüyorum ya dersin; fakat seni öbür işler için yaratmadılar ki. Bu
şuna benzer: Padişahların hazinelerinde bulunabilen değer biçilmez bir Hint
kılıcını tutmuş, kokmuş öküz etine satır olarak kullanıyorsun, sonra da boşu
boşuna bırakmadım ya, böyle bir işte kullanıyorum diyorsun. Yahut zerresiyle
yüzlerce tencere alınabilecek bir altın tencereyi getirmişsin, içinde şalgam
pişiriyorsun. Yahut da mücevherlerle bezenmiş bir bıçağı kırık bir kabağa mıh
yapmışsın da diyorsun ki: İş görüyorum, kabağı ona asıyorum, şu bıçağı öylece
bırakmıyorum ya.
Acınacak, gülünecek işler
değil de nedir bunlar? O kabak, bir pul değerindeki bir tahta, yahut demir
çiviye de asılabilirken yüz dinarlık bıçağı bu işe kullanmak akıl karı mıdır?
Hakikat ehli, dünya ve onun
faniliğini, insanın sahip olduğu ömrü nasıl değerlendirmesi gerektiği ve bu
konuda hata yapmanın feci sonuçlarını, hikmetli sözler, şiirler ve mesellerle
anlatmışlardır. İşte o mesellerden, temsili kıssalardan biri: ‘Balıkçı bir
adam, sabahın erken saatlerinde deniz
kenarında oturuyorken gözü
kıyıdaki bir torbaya ilişir. Torbanın içi taş doludur. Elini torbanın içine
sokarak bir taş alır ve o taşı denize fırlatır. Taşın, suyun üzerinde çıkardığı
ses adamın hoşuna gider. Tekrar ikinci bir taş alır ve onu da denize fırlatır.
Bu şekilde taşları teker teker denize atar. Bu arada güneşin ışığı yavaş yavaş
çevreyi aydınlatmaya başlamıştır. Adamın elindeki taş dolu torba da yavaş yavaş
belli olmaya başlar. Artık torbanın içinde sadece bir iki taş kalmıştır.
Sabahın alaca karanlığı dağılınca, adam torbanın içine bakar, bir de ne görsün
içindeki taşlar elmas taşlarıymış. Meğerse denize fırlattığı tüm taşlar
elmasmış. Çok pişman bir şekilde şöyle demeye başlar: Vay aklıma! Eğer bu
taşların elmas olduğunu bilseydim sadece sesi kulağıma hoş geldi diye onları
hiç denize fırlatır mıydım? Ne var ki, iş işten geçmiştir.
İnsanın şu kısacık dünya
hayatındaki aldanışını anlatan bu kıssadaki dersler şöyle özetlenebilir:
1) O balıkçı insandır, yani
biziz.
2) Aralıklarla denize
fırlatılan elmaslar ömrümüzdür.
3) Denizin üzerinde taşın
çıkarmış olduğu ses, yok olmaya mahkum dünya süsü ve şehvetleridir.
4) Gecenin karanlığı ise
gaflettir (dünya hayatına dalmak).
5) Güneşin doğuşu ise geri dönüşü olmayan ölümün ta kendisidir.